ERDOĞAN BOZBAY


GÖZLER VİTRİNDE KALDI


DENEMELER/DEĞİNMELER


Resimleme: Ayşen ÖZARAS

İÇİNDEKİLER

Sunuş

Önsöz

Gönü/lü/lük Üzerine

Çıkmaz Sokak Açmazı

Moral Denen Güvercin

Sokağın Dili Olsa

Gözler Vitrinde Kaldı

Ertelenmiş Duygular/Ertelenmiş Yaşamlar

Dallarını Yitiren Ağaç

Beşi Yüze Mendil

İnsan Denen Dünkü Çocuk

Sokak Lâmbaları

Yanlış Tribünün Seyircisi

Yatağını Arayan Sular

Ruhlar Geride Kaldı

Mutluluğun Rengi Mavi

Dokuzuncu Kiremit

Not: Yazıların tümü ÇALIŞMA ORTAMI dergisinde yayımlanmıştır.

Oya, Hayriye ve Ozan'a...



Sunuş

Yaşamımız boyunca bir çok insanla karşılaşır; bir bölümüyle bazı anıları paylaşır; çok azıyla da birlikte üretirsiniz. Ürettikçe zenginleşir; zenginleştikçe, yine birlikte daha iyisini yapmaya çalışırsınız. Burada bir çıkar sözkonusu değildir; toplumsal sorumluluğunuzu yerine getirebilme kaygısı ön plandadır.

Erdoğan Bozbay, birlikte bir ışık yakabildiğimiz; birlikte üretebilme ve bunu yıllarca sürdürebilme "ivmesini" yakalayabildiğimiz bir dost.

Her insan yaşadıklarının önemini kavrayamaz; ya da onları yansıtmakta zorluk çeker. Erdoğan Bozbay, birlikte uğraş verdiğimiz yıllar içerisinde bizi kah Kütahya'ya Eskişehir'e; kah Kastamonu'ya götürmüştür. Yaşadığı her yerde, her karede, kurmaya çalıştığı yeni birlikteliklerle bizlerin köprüsünü oluşturmaya çalışmıştır. Dolu dolu yaşamak dedikleri bu olsa gerek.

Onu tanıdığımız için şanslıyız ve mutluyuz. Öykülerinde kendisini bulacaksınız. Bundan ötürü, bu öyküleri okurken, onu tanıdığınız için siz de şanslı ve mutlu olacaksınız.

A. Gürhan FİŞEK

21.04.2007


Önsöz

Yaşam denince aklıma devasa bir sahne gelir. Yazanın, yönetenin, baş rol oyuncusunun aynı kişilikte buluştuğu bir tiyatro sahnesi. Yazım, yönetim aşamasında dış etkilenimlerden arınmak zor hatta imkansız gibidir. Ama oyunculuğumuzun temelini oluşturan tavır, duruş, sadelik, gösteriş, yalınlık, abartı gibi sayılamayacak bir çok özellik unutmayalım ki kendi seçimimizdir. "Özgün" yada "taklit", "değerli" yada "önemli", "düzgün" yada "eğri", "moda" yada "kalıcı" olmak bize kalmıştır. Genelde oyunu, özelde rolü yorumlayış asla mazeret götürmez. Kaldı ki, hayat bize bazı özelliklerimizi, beğenmediğimiz, rahatsız olduğumuz yönlerimizi düzeltmemiz hatta değiştirmemiz için sayısız şanslar sunar. Buna rağmen başarılarda kendimizi, başarısızlıklarda başkalarını aramak kolaycılıktan başka bir şey değildir. Mazeretler zaaftan, kaçışlar, suçlamalar zayıflıktan öte bir anlam taşımaz.

Bir yandan kendi rolümüzü pişirmekle, pekiştirmekle uğraşırken, bir yandan da irili ufaklı sayısız oyuncunun oyunumuza giriş çıkışını gözden kaçırmamak gerekir. Bunlar an'lık roller olduğu gibi, çok uzun soluklu da olabilir. Hatta bazıları öylesine kısadır ki göz açıp kapama aralığına sığabilir. Kimilerinin adını, mesleğini öğrenecek fırsatımız dahi olmaz. Yüzleri bulanık, sesleri alabildiğine kısıktır. Süresi ne olursa olsun, rollerin daha doğrusu oyuncuların önemi ancak yıllar sonra gerçek yerine oturtulabilir. O birkaç saniyelik duruş, birkaç sözcük, bir an'lık bakıştan geriye öyle izler kalır ki bu duruma kendimiz bile şaşırırız. Dönüm noktalarımızı oluşturan o kahramanlar düşüncelerimizin akışını, olaylara bakışımızı, yaşamı algılayışımızı derinden etkileyebilir, hatta tümüyle değiştirebilir. Giderek mitolojik kahramanlara dönüşebilir. Bu düşünceden hareketle; istedim ki yolumun kesişmesini büyük şans olarak nitelediğim o değerlerlerden birkaçını sizlere tanıtayım, onlardan bende kalanları sizlerle paylaşayım. Yaşamıma değişik renkler, farklı tatlar, yeni boyutlar katan o eşsiz insanlara içten bir teşekkür göndereyim.

Erdoğan BOZBAY


GÖNÜL/LÜ/LÜK ÜZERİNE


Gönüllülüğü yaşam biçimine dönüştüren o saygın insanlara...

Yazın dünyamızda pek fazla örneğine rastlanmayan gönüllülük konusuna girmeden önce, kelimenin sözlük anlamına bir göz atmakta sanırım yarar var. Kalp, iç, sevgi, aşk, hoşgörü yerine geçebilen gizemli sözcüğümüz gönül, TDK sözlüğünde şöyle tanımlanıyor. "sevgi, istek, düşünüş, angı ve hatır gibi ruh hallerinin yürekte bulunduğu varsayılan kaynağı"

Başta şairler olmak üzere, tüm sanat insanlarının önemli esin kaynaklarından birisi olan gönül; bireysel duyum, duygu, dışa vurum, ruhsal doyum ya da doyumsuzlukların -genellikle- bireysel sonlanma halidir. Değerli dil bilimci Ömer Asım Aksoy'un derlediği

Deyimler Sözlüğü'nde bu kavrama ilişkin sayısız örnek yer almaktadır. Gönül açmak, gönül bağlamak, gönül darlığı vb.

Halk edebiyatının (şiir, mani, destan,türkü) ve şarkı sözlerinin de vazgeçilmez temalarından birisi olan sözcüğümüze -- hecesini ekleyerek türettiğimizde, yani gönüllü yaptığımızda bakalım neler oluyor: Meydan Larousse'ta gönüllü, "Üzerinde her hangi bir baskı olmadan bir işi kendi isteğiyle yapan, o işi bilerek, severek üstlenen" biçiminde tanımlanıyor. Gönül konusunda hayli zengin olan deyim ve diğer örneklerimiz, gönüllü kavramına geldiğimizde nedense (!) pek kısır geçiliyor, gönülsüzlükle ilgili bir iki deyim aracılığı ile dolaylı olarak tanımlanmaya çalışılıyor. ‘Gönülsüz yenen aş, ya mide ağrıtır, ya baş.' , ‘Gönülsüz namaz göğe ağmaz.'



Gönüllülük, bir organizasyon içinde yer alarak (dernek, vakıf vb.) yapılabildiği gibi, bireysel katkı biçiminde de sürdürülebilir. (Gönüllü annelik, gönüllü hemşirelik, gönüllü danışmanlık vb) Bu türden çalışmalar, genellikle koşulların ortadan kalkmasıyla sona eren belli süreli kişisel girişim ya da uğraşlardır.

Yasaların belirlediği çerçevede organize olan gönüllülük hareketlerinin birincil hedefi, adlarına yükledikleri misyonu tamamlayıncaya değin çalışmalarını sürdürmektir. Kuruluş amaçlarını oluşturan koşullar iyileştirildiğinde (bazen de iyileştirilemeyebilir) bu oluşumlar, çalışmalarını doğal olarak -kendiliğinden- sonlandıracaktır. (Hasankeyf'i Kurtarma Gönüllüleri gibi)

Bizim ele alacağımız gönüllü çalışmaları, insan ve yaşadığı doğal çevrede bir takım sorunlar var olduğu ve gönüllü desteği bulduğu sürece, devamlılığı söz konusu olanlardır. Örnekleyecek olursak, giderek artan çevre sorunları, sokakların eğiticiliğine terk edilen ve topluma kazandırılmayı bekleyen çocukların varlığı, gönüllü kuruluşların bu türden çalışmalarını kaçınılmaz kılmaktadır.

Gönül ile gönüllünün temelinde birey bulunmakla birlikte, ulaşılmak istenen amaç farklıdır. Gönülde birey, duygusallık açmazının çözüm/sorun gelgitleri arasına sıkışıp kaldığı halde gönüllü, duygusallığı duyarlılığa dönüştürme becerisi sonucu, kendisine yeni ufuklar açma şansını dinamik tutabilmektedir.

İyi bir gönüllü olabilmek için bireyin, öncelikle kendisine merhaba diyebilmesi, içsel dramasını sağlıklı kurabilmesi, bireyleşme / sosyalleşme / toplumsallaşma sürecini aşmış olması, gerekli erdemlerden birisi, belki de en önemlisidir. İçsel dengelerini yerine oturtabilen gönüllü, daha sonra kamerasını yakın çevresine ve topluma çevirerek, bir yandan topluma ait olma bilincini pekiştirirken, diğer yandan da ilgi duyduğu olayları sorgulamaktan, sorumluluk yüklenebilme içtenlik ve özverisini sonuna kadar yaşama geçirmekten kaçınmaz.

Gönüllü, katıldığı organizasyonlarda daha başarılı ve yararlı olabilmek için kuşku ve sorulara yol açmayacak kadar özgüvenli, iyi bir konuşmacı, iyi bir dinleyici olmanın yanı sıra; değişim , öneri, tartışma ve eleştrilere de açık olmalıdır. Geçici bile olsa, önyargı ve kin tuzağına düşmemeli, hoş görünme ve beğenilme rüzgarına kapılmamalı, yaşamda elde ettiği bir takım sahiplenmelerden arınarak, yalın (sade, sıradan) olma özverisini gösterebilmeli, en azından kendi dünyasında almadan verme sürecini başlatmış olmalı, çalışmalarını sabır ve güler yüzlü bir sevgiyle süslemeyi bilmelidir. Bu saydıklarımıza kuşkusuz bir çok eklenti yapılabilir, içeriği daha da zenginleştirilebilir. Gönüllü, sayılan ya da sayılabilecek tüm bu özellik ve donanımları, karşısına çıkarılan engel olarak değil, mükemmelliğe bir adım daha yaklaşabilmenin anahtarı olarak algılamalıdır.

Sözlükte ‘gönüllü olma hali' olarak tanımlanan gönüllülük, kültürel, arkeolojik, sosyal, çevresel vb. değer ve kavramların geleceğe aktarılamayacağı ya da doğru aktarılamayacağı konusunda kuşkuya düşülen durumlarda, doğal olarak ortaya çıkmaktadır. Devlet, hükümet, yerel yönetim, aile gibi kurum ve kuruluşların ilgi yetersizliği sonucu oluşan boşluğu doldurmak üzere, bu görevleri gönüllü kuruluşlar üstlenmektedir. Gönüllü kuruluşların daha başarılı ve uzun soluklu olabilmesi için, üstlenilecek hareketin çerçevesi çok iyi belirlenerek fizibilitesi (ön kestirimi) çıkarılmalı, gönüllü katılım potansiyeli ile ulaşılması hedeflenen kitlenin yapısı arasındaki nitelik, nicelik ilişkileri belirlenmeli, gönüllüleri hareketin içine çekme yöntemleri sürekli geliştirilerek çağı yakalama, en azından gerisinde kalmama düşüncesi sıcak tutulmalı, yaşama aktif katılımın gücü sürekli işlenmeli, benzer dünyaları (birey anlamında) yakınlaştırma, kaynaştırma yöntemleri geliştirilmeli, en azından ilgilenilen konuda homojen bir yapı oluşturulmalıdır. Gönüllülerin solo yapmaktan öte, büyük bir orkestranın vazgeçilmez birer enstrümanı olmalarının önemi vurgulanmalı, gönüllülük hareketinin başarısını belli kişilere endekslemeyip, kalıcı başarılar getirecek yeni ve genç kadrolar eğitilerek, onlara şans tanınmalıdır. Saydığımız bu özellikler, gönüllülük hareketinde ilk akla gelen belirleyicilerden bazılarıdır.



Duygusallıktan duyarlılığa, ben'den biz'e, başka bir deyişle, gönülden gönüllülüğe geçiş evresini tamamlayan gönüllü, beyninin, yüreğinin, duygularının tüm kapılarını ve kollarını ardına kadar sürekli açık tutan insandır. Dileyen herkes bu kapılardan rahatça girebilir, açılan kollar ise, geride kalma olasılığı olanlara destek, yeni katılımcılara dostça davettir. Unutulmamalıdır ki gönüllü, kaynamakta olan süt gibidir. Üstü kaymak bağlasa da o, için için coşkulu kaynayışını sürdürmektedir.

Her şeyden önce sevgiyle beslenen ve gücünü yaşam sevincinden alan gönüllülük coşkusunu, Ataol Behramoğlu'nun şu eşsiz dizeleriyle noktalayalım:

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var;

Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,

göğe, bütün evrene karışırcasına

Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş

bir armağandır

Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 37


ÇIKMAZ SOKAK AÇMAZI

Edebiyat öğretmenim Davut Beye(Kinova) saygıyla...

Kente yeni taşındığımız günler. Henüz kimseleri tanımıyoruz. Ev sahibemizin de yardımıyla kaydımın kolayca yapıldığı, şehir merkezindeki Otuz Ağustos İlkokulu'na ilk kez yalnız gideceğim. Sabaha kadar heyecan kurşunlarıyla kevgire dönmüş uykunun ardından, horoz seslerini bile beklemeden kalkıp hazırlanıyorum. Üç beş lokma atıştırdıktan sonra kalbimin trampet atışları eşliğinde uygun adım yola koyuluyorum. Öğretmenimi sevecek miyim, yeni arkadaşlar edinebilecek miyim, kiminle ya da kimlerle oturacağım türünden çocuksu belirsizlikler, elim sende kafam nerede oynuyorlar adeta. Bir süre nane yeşili yürüdükten sonra, soldaki sokaklardan birisine sapmam gerektiğini anımsıyor ve önüme çıkan ilk sokağa kıvrılıveriyorum. Aradan ne kadar geçti bilemiyorum ama gökyüzünü özlediğimde bir de ne göreyim, karşımda görüntü geçirmez kale duvarları. Şimdiye kadar hiç görmediğim, kimselerden duymadığım bir olayın, çaresizlik içinde kıvranan, gönülsüz figüranı oluveriyorum. Çıkmaz sokak denen umacı ile tanıştığım an ben de panik tansiyonu bilmem kaça fırlıyor... Labirentte kaybolmuş, aklı ayaklarına dolanmış şaşkın fareden farksızım. İçimdeki tatlı heyecan bir anda, korku ve telaşla yer değiştirmiş. Bir iki hamle daha yaptıysam da yolu bir türlü doğrultamadım. Laf aramızda yol daha beter eğilip bükülüyor, sayısız soru çengeline dönüşüyor. Aklıma gelen son çare ağlamaklı bir yüzle eve dönmek. Tam o sırada, benden taş çatlasa bir iki sınıf büyük bir abi(!) beni görüyor. Birkaç kısa sorunun ardından, bir zamanlar otobüslerin arka camını süsleyen, acılı çocuk fotoğrafı yüzümden fazlasıyla etkilenmiş olacak ki, okula birlikte gitmeyi öneriyor. Uzatılan yardım simidini iki el, dört gözle nasıl kapacağımı bilemiyorum. Okullar, pardon dünyalar benim oluyor.

Daha sonraları anlıyorum ki, uzun yıllar yaşadığım, çocukluk ve gençliğimin en güzel dönemlerini geçirdiğim bu kent, yani Kütahya tam bir çıkmaz sokaklar cennetiymiş. Soğuk Çeşme Çıkmazı, Kara Donlu Çıkmazı, Dibek Çıkmazı ve adını sayamayacağım çoklukta çıkmazlar... Bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış, başkentliğe kadar yükselmiş, Rumca, Arapça, Türkçe, Boşnakça'nın yanı sıra, belki daha başka dilleri de rahatça konuşabilen açık hava müzesi bu kent, şehircilikte "yaptık oldu" larla bugünlere kadar vaziyeti nasıl da idare etmiş. Bilmem kaç asır zamana meydan okuyan güzelim kalesiyle, ahşap şaheseri konaklarıyla, çini makyajlı çeşme ve camileriyle, mühendislik harikası köprüleriyle, hamamlarıyla, kapalı çarşısıyla, bedesteniyle görenleri kendine hayran bırakan bu güzelim kent, nasıl olur da, küfeli bir eşeğin bile zor geçeceği kadar dar, bir çoğu da çıkmaz kimlikli sokaklara çare bulamaz, yıllarca kendini onlara teslim eder? Bugünün gözlüğüyle geçmişe bakınca algılayabilmek gerçekten güç.

Geçmişin yaşam tarzı böylesi bir yapılanmayı öngörmüş olabilir. Ayrıca bu düşünceyi haklı çıkaracak sayısız gerekçe de sıralanabilir. Ama nedeni ne olursa olsun, büyüsünden hiçbir şey yitirmemiş, geçmişte yaşananların en dürüst tanıkları olan bu çıkmazlar, hep öyle mi kalmalıydı? Her şey hızla çağa ayak uydurmaya çalışırken, kişilikleri bozulmadan, yozlaştırılmadan yeniden giydirilmek, gençleştirilmek onların da hakkı değil miydi? Günümüze uyum sağlamaları çok mu zordu! Yoksa, her çıkmaz sokak cennetine, Vali Paşa gibi ileri görüşlü, cesur devlet adamları mı gerekliydi?

Edebiyat öğretmenimiz Kinova'nın anlattığına göre bir zamanlar Bursa da çıkmaz sokak zengini kentlerdenmiş. Ahmet Vefik Paşa'nın vali olarak atanışının ardından, söz konusu sokakların bir çoğu kimliklerini yenilemek, yeni yeni isimler almak zorunda kalmış. Bu iş nasıl mı olmuş? Kısaca özetlemeye çalışalım.

Vali Paşa, adamlarına önceden inceletip listelettiği çıkmaz sokaklara özellikle, o günlerin makam aracı olan at arabasıyla girermiş. Araç sürücüsü çekingen bir ses tonuyla, sokağın çıkmaz olduğunu, girmelerinin mümkün olmadığını anımsattığında Paşa, sert ve kesin bir talimatla, "sür" dermiş. Sokağın bitimindeyse, daha ileriye gidilemediği için arabadan iner, bir süre yaya olarak yoluna devam eder, bahçe duvarı ya da bir başka engelle karşılaştığında, arkadan O'nu takip etmekte olan kazmacılara, "yıkın" dermiş. Sanata düşkünlüğünü, özellikle modern tiyatro için yaptıklarını çok iyi bildiğimiz Paşa'mız meğerse, kent planlamacılarının da ülkemizdeki öncülerindenmiş.

Öyle sanıyorum ki istendiği an, kentlerin kör bağırsağı olan çıkmazları çözümlemenin bir yolu mutlaka bulunur. Dayarsın kepçeyi, dozeri, vurursun kazmayı iş tamam. Peki, ya kafalardaki labirentleri, kör bağırsakları nasıl halledeceğiz. Ben kendi adıma yine, edebiyat öğretmenimiz sevgili Kinova'dan aldığım reçeteyi uyguluyorum. Ders aralarında sürekli, yaşamı kolaylaştırmaya, daha yaşanılır kılmaya ilişkin ipuçları veren, bizleri yarınlara hazırlayan o güzel insan, güneşimizi engelleyen kalın bulutlarla baş edebilmemiz, bir nefeslik pencere aralayabilmemiz için bizlere tek çözüm yolu önerirdi: Kitaplar.

Ben de, ne zaman olaylar karşısında panikleyip çözümsüzlüğe, yılgınlığa düşsem, kendimi kıstırılmış hissetsem acele tarafından kitaba, bazen de birkaç kitaba birden sarılır, sayfalar arasında huzur arayışına çıkar, yalnızlığımı dağıtmaya çalışırım. Şiir, öykü, deneme anı dünyalarına balıklama dalmadan önce, hayal gücü atıma bindirdiğim düş(ünce)lerime, kararlı bir iç sesiyle, "sür" derim. Biraz da kafamın içindeki açmazların, çıkmazların rahatı kaçsın, biraz da onlar paniklesinler. Nasıl olsa fazla uzun sürmez. Önlerinde yalnızca iki seçenek var: Ya ben'i devirirler, ya da sevgili Kinova'nın bıyık altına sığmayan gülüşü eşliğinde kendileri gümbür gümbür yıkılır giderler.

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 43


MORAL DENEN GÜVERCİN


"Bugün moralim çok bozuk.", "Bana geçekten moral verdin.", "Moralim kaçtı", "moralim çöktü", "moralim düzeldi". Havadan bile nem kapacak kadar alıngan -pardon duyarlı- hassas şey, yani ‘moral' sakın, ‘her gördüğünden isteyen şımarık bir çocuk', ya da ‘tüm güzellikleri kanatlarına yüklemiş, konacak çiçek arayan bir kelebek' olmasın. Bir bakarsınız, kaprisli bir sevgili gibi ansızın sizi terk etmiş, bir de bakarsınız gittiği gibi geri dönmüş, çaktırmadan koynunuza girivermiş. Nedir bu zaman, zaman bozulan, kaçan, çöken, yerine gelen, varlığı değil ama yokluğu dayanılmaz olan her derde deva ‘moral'? Sahi sen nesin, kimsin, kimlerdensin sevgili moral kardeşim?

"Maneviyat'' sözcüğüyle eşanlamlı sayabileceğimiz Fransız malı ‘moral"i sözlükler,kişinin olaylara, güçlüklere, sorunlara karşı koymasını sağlayan ruhsal durumu, ruhsal gücü' olarak tanımlar. Ama yaşamın inişli, yokuşlu, akıntılı, girdaplı, fırtınalı, bulutlu, ay çarpmalı, güneş tutulmalı gerçeklerine toslayınca, hiç de öyle basit denklemlerle çözümlenemediği ortadadır.

Bazen kendinizi öylesine güçlü hissedersiniz ki o gün hangi işin altına girerseniz girin, kolaylıkla üstesinden geliverişinize kendiniz dahi şaşarsınız. Düşüncelerinizi daha kolay savunur, zor beğenirleri bile ikna eder, tavla, satranç, tenis ya da ne oynuyorsanız oynayın, sizden çok daha güçlü rakiplere kök söktürürsünüz. Kısacası o gün sizin gününüzdür. Yaptığınız her şey daha kolay, daha güzel, daha renkli, daha sevimlidir. Hiçbir şey, hiç kimse sizi kızdırmayı, yıldırmayı beceremez. Böyle günlerde yaşamın keyfine doyum olmaz doğrusu.

Bazen de bunun tam tersi durumlar gelebilir başınıza. Kum saati tersine mi akar, güneş geçici de olsa bulutun ardına mı gizlenir bilinmez. Her şeye, herkese anlam veremeyeceğiniz ölçüde olumsuz bakarsınız. O gün tüm yaşadıklarınıza ve yaşayacaklarınıza karşı, sahaya peşinen yenik çıkmışsınızdır sanki. Bütün sürücüler ters yola girmiş, üstünüze geliyor gibidir. Sizi mutlu edebilecek bir umut kırıntısından eser yoktur. Acımasız fırtınada tek başına kalmış, ha kırıldı ha kırılacak bir dal gibisinizdir. Ne oldu size böyle? Ne, ya da neler değişti de kendinizi böylesine güçsüz hisseder oldunuz? Kumarı sevmezsiniz, dolayısıyla olan/olmayan paranızı kaybetme olasılığınız söz konusu değil. Bildiğimiz kadarıyla Karadeniz'de sefere çıkan gemileriniz de yok. Aç değilsiniz, açıkta değilsiniz. Sağlığınız yerinde. Eee o halde, nedir bu siyah dışındaki sayısız renk cümbüşünü unutma gafleti. Hadi, toparlanın biraz, kendinize gelin.

Bu arada bir gerçeğin altını çizmekte yarar var. Yaşamın dayattığı zorunlu roller. Sözgelimi, sizin için vazgeçilmez olan, o olmadan yaşayamayacağınızı sandığınız bir yakınınızı, dostunuzu, öyle ya da böyle, günün birinde kaybedebilir, çaresizlikler içinde, açmazlarınızla baş başa kalabilirsiniz. Bazen de, aslan kafesine atılmış köle misali hastalığın pençesine düşebilir, önüne geçilemeyen bir felakette büyük kayıplar verebilir, yaralar alabilirsiniz. Bunlara söylenecek hiçbir sözümüz yok, zaten olamaz da. Bu türden acı gerçekleri göz ardı edemeyeceğiniz gibi sizin ya da bir başkasının kısmen/tümden değiştirmesi de olası değil -kaldı ki bu durumları bile az hasarla atlatan güçlü insanlar azımsanmayacak kadar çok- .

Ama günlük hay huy içinde, dertleri zevk edinmenin, hele, hele en güzel anları, ‘acaba sonrasında ne olur, başıma neler gelir?' kuşkusuyla içinize sindire sindire doyasıya yaşayamadan, ‘Aydın Havası' gibi kısadan kesmenin, zifiri siyah perdeleri erkenden çekmenin alemi ne? Dedim, dedilerle başlayıp keşkelerle süren monologlarla bezenmiş, bilmem kaç kısım tekmili birden iç karartıcı oyunlar yazmak da neyin nesi? Zaten sizin dışınızda gelişenlere dur demeniz, yönlendirmeniz, daha önce de değindiğimiz gibi çok zor, hatta olanaksız. O halde, neden elinizdekilerin kıymetini bilmiyor, onları sürekli es geçiyorsunuz? Yaşama hangi göz(lük)lerle bakarsanız, öyle görmeniz ya da algılamanız kaçınılmazdır. Şunu da unutmamalısınız ki sizi açmazlardan kurtaracak, daha doğrusu onları çözümlemenizi sağlayacak anahtar, kendi cebinizdedir. Yeter ki, çözmeyi içtenlikle isteyin, çözülmeyi değil. İşte size istemediğiniz kadar anahtar, maymuncuk: Dost bir ses, sıcak bir dokunuş, okşanan bir çocuğun gülümseyen yüzü, saygıyla karışık sevgiyle baktığınız bir yaşlının gözlerindeki pırıltı, sokakta, pazarda insanların arasına karışmak, açık havada özgürce dolaşmak, hatta, zaman, zaman yalnız kalmak. Her ne kadar paylaşıl(a)masa da, ‘bazen yalnızlık insanın kendisiyle flört etmek için ayırdığı zaman dilimidir' bence. İlişkinin dozunu ve süresini iyi ayarlamak kaydıyla bize, kaçırdığımızı sandığımız, asla geri dönmeyecek diye yandığımız neleri getirir beraberinde kim bilir? Sizce denemeye değmez mi? Yoksa soğuk, iç karartıcı renklerin bolca kullanıldığı bir tabloda, sessiz ve çaresiz bir figüran kolaycılığına soyunmak daha mı iyi? Belki de şu ‘moral' denen dilber, yeniden birlikte olabilmeniz için emek, ilgi, biraz da kovalanmak istiyordur. Bırakın uyuşukluğu, bezginliği. Hiç zaman yitirmeden kalkın yerinizden. Perdeleri, hava iyiyse pencereleri ardına kadar açın. Hangi mevsimi duyumsuyorsanız o kokular doluşsun içeriye, içinize. Sarılın kağıda kaleme. Bir yerlerde, sizden haber bekleyen birileri mutlaka vardır. O an kimse aklınıza gelmiyorsa oturun, hiç değilse kendinize yazın. Dökün içinizi olduğu gibi. Saklanmayın. İnsanın kendisinin olduğu ya da olması gerektiği tek yer mektuplarıdır, unutmayın. Dostum, siz bir şeyler içmeyi sevmez misiniz? Bira, şarap, ya da bol köpüklü okkalı bir kahveye ne dersiniz? Olmadı, koyun çaydanlığı ocağa, demini tavşan kovalamamış birkaç bardak çay için. Hele bardağınız da ince belliyse değmeyin gitsin. Çoktandır, teybinizi, disk çalarınızı ihmal ettiğinizin farkında mısınız? Epeydir dinlemediğiniz bir kaseti, CD yi koyun setinize. Kapaktaki tanıtım kağıdına göz atmayı da unutmayın. Belki dostlardan birini anımsatan bir şeyler vardır üzerinde. Birkaç satır nostalji, isim, tarih filan. Notaların rehberliğine bırakın kendinizi. Böylesine ucuz ve eşsiz yolculuğa başka kim götürebilir ki sizi? Bu arada, bir telefon mesafesindeki dostlarınızdan birine, müziğin gizemli dünyasına yapmakta olduğunuz yolculuğun hiç olmazsa bir kısmını birlikte yapmayı önerin. Eminim çok mutlu olacaktır. Farkındayım, epeydir içeride oturmaktan biraz sıkılır gibi oldunuz. Tamam, onun da bir kolayını buluruz. Hemen uygun bir giysi geçirin sırtınıza, ayağınıza da rahat bir ayakkabı. Atın kendinizi doğaya. Ne, doğa(lı) yok mu? Olsun. Beton şövalyeler tarafından esir alınmış da olsa, bulunduğunuz yerin yakınında bir park, mendil kadar yeşil alan eminim vardır. Şimdilik onunla yetinmek zorundasınız. Hiç yoktan iyidir. Bulabildiğiniz türlü yeşilden içinize bolca çekin. Havadaki kokuları bir, bir ayırt etmeye çalışın. Tabii, bütün bunları yaparken en küçük ayrıntıları dahi atlamamanız gerekir. Yaşam denen şey, belki de bir kuytuya gizlenmiş, sizinle saklambaç oynamak istiyordur. Yorulduysanız, yanınızda şu an sevgiliniz de olmadığına göre, boş bir bankın kollarına bırakın kendinizi. Gözleriniz kapalı, yüreğiniz, beyniniz ve gönül gözleriniz açık çevreyi dinleyin, hayatın nabzını tutmaya çalışın. Unutmayın ki o biraz da sizin nabzınızdır. Tüm güzellikleri bir yana, yaşamı daha da yaşanılası kılabilmek, ancak ona etkin biçimde katılmakla olur. Yine, adına yaşam denen bu sistemde, küçük ya da büyük, ancak yeri asla doldurulamayacak kadar önemli parçalardan biri olduğunuzu da sık, sık yineleyin. Bazen kendinizi beğenmeyip başka biri(leri)nin yerinde olmayı istemeniz, on(lar)a benzemek için can atmanız, uğruna her şeyinizi vermeye hazır olmanız çözüm olabilir mi? Yoksa bu türden kaçışlar, kendimizi tanımak için emek vermeyişimizin, ihmal edişimizin soğuk yüzü müdür? Vermeye hazır olduğunuz en kıymetli şeye, yani kendinize, aynada şöyle bir bakın. Yansıyan tek gerçek, O'nun dünyada bir eşinin olmadığıdır. Tek olmak varken, biricik olmak varken başka birisine benzeme tutkusu niye?

Az kalsın unutuyordum. Bu ‘moral' denen uçarı, müzikten de hoşlanıyor olabilir. Müzikten kim hoşlanmaz ki? Ne, sesiniz güzel değil öyle mi? Herhangi bir müzik aleti de çalamıyorsunuz demek. Hiç olmazsa ıslık da çalamaz mısınız dostum? Dudaklarınıza bir memleket havası iliştiremez misiniz? Ne o, daldınız yine? Sakın, keyifle kanat çırpan şu özgürmavi uçuşlu güvercine özenmiş olmayasınız? Yoksa, yanında olamayışınıza mı üzüldünüz? Üzüldüğünüz şeye bakın. Hadi, kanatlandırın düşlerinizi biraz. Uçamasanız da, birbirinize ne çok benzediğinizi, birbirinize ne çok yakışacağınızı düşleyin yeter...

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 42



SOKAĞIN DİLİ OLSA (*)

Yusuf Kulca'ya...

İsteyerek de olsa bir kaç gün, hatta bazen de birkaç saat eve kapanıp kalsak, öyle bir an gelir ki; kendimizi dışarıya, sokağa nasıl atacağımızı bilemeyiz. Dört duvar arasına sıkışmışlığın, kendi içimize kilitlenmişliğin korkunçluğu, açık havaya çıkıp da derin bir nefes aldıktan sonra, insanların arasına karışınca çok daha iyi anlaşılır.

Sokaklar. İnce uzun, geniş, dar, düzgün, büklümlü, çıkmaz sokaklar. Arnavut kaldırımlı, paket taşlı, toprak, asfalt, beton sokaklar. Evleri evlere, insanları insanlara bağlayan, ağırbaşlı, işveli, fettan sokaklar. Adına şehir, kasaba, köy denen canlıların kılcal damarları, ahtapotun kolları sokaklar. İnsanlarla şenlenen, çocuk ve satıcıların bağırışlarıyla renklenen, yaşamın nabzı, geçmişin ayak izi, geleceğin aynası sokaklar.

Adlarını bazen kahramanlardan, bazen sanat, düşün ya da bilim adamlarından, çoğunlukla da bitki ve hayvanlardan alan, bunların olmadığı yerlerde de numaralanıveren sokaklar.

Dost yüzlerin buluştuğu, genellikle günaydın, merhaba, iyi akşamlarla başlayan ayaküstü küçük sohbet ve dedikoduların yapıldığı, sıkıntılarımızın emici kağıdı, dükkanlarıyla, muhallebicileriyle, kahveleriyle, sevdalarıyla, kaçamaklarıyla kendimizi aradığımız dostumuz, sırdaşımız, yarimiz sokaklar, sokaklarımız.

Bir an için bile olsa yokluğuna dayanamayacağımız sokaklar, birileri için daha farklı anlamlar taşır, gizler yüklenir. Konumuz işte o birileri olduğunda, gündemimize o birileri gelip oturduğunda birden keyfimiz kaçar, çok sevdiğimiz sokaklar bile çekiciliğini yitirir, güzelliğini ve umutlarını yıllar ötesinde bırakmış yosmalara dönüşüverir. Dışlamaları / aşağılamaları güçlendirmek için sokaklara sığınırız bu kez: Sokak kabadayısı, sokak serserisi, sokak çocuğu, sokak köpeği. Ya sokağa düşmüş sokak süpürgelerine ne demeli? Daha birçok şeyi katabileceğimiz bu örneklerde ne olmuştur da sokaklar böylesine içerik değiştirivermiştir. Yoksa maskesini atıp gerçek kimliğine mi bürünmüştür? Kaldı ki, bu insanların günlük yaşamlarının daha uzun bir dilimini sokaklarda geçirmeleri acaba kendi seçimleri midir?

Bu soruya "Hayır, hiç sanmıyorum" diyenlerin seslerini duyar gibi oluyorum.

O halde sokak destekli tamlamalarla betimlemeye çalıştığımız, ya mesleğini icra etmek için ya da başka bir seçeneği olmadığı için sokakları mesken tutmak zorunda kalan bu insanları kurtarmanın, onlara yeni bir yaşam sunmanın bir yolu mutlaka vardır. Bu yolların en sağlam ve kalıcı olanı da sanırım çocuklardan başlayanıdır.

O çocuklar ki, sokakların kanununu öncelikle kendileri birbirlerine dayatırlar. Her türden tacize uğrarken, tümüyle sokakların eğiticiliğine, acımasızlığına, sevgisizliğine ve güvensizliğine terk edilirler. Sevginin, güvenin olmadığı yerde mutluluktan, mutluluğun olmadığı yerde gelecekten, geleceğin olmadığı yerde de sağlıklı bir toplumdan söz edilebilir mi?

Eğer, daha sağlıklı bir toplum istiyorsak, çocuklarımızın, genç yakınlarımızın o dışlanmış insanlarla, mutlu bir toplumun mutlu birer bireyi olarak yaşamalarını istiyorsak, başta sokaklar olmak üzere her yerde huzuru, sevgiyi yaşamak istiyorsak, bu genç insanlara yenilerinin katılmasını istemiyorsak, görünümleri küçük olmakla birlikte düşleri büyük o güzelim dünyaları, adlarının önünde utanç lekesi gibi duran ‘‘sokak" sözcüğünden bir an önce kurtarmamız gerekmez mi?

Kanımca onlara: "sevgi çocukları, okul çocukları, emekçi çocuklar, üreten/çalışan çocuklar " daha çok yakışacaktır. En azından, bu ülkenin diğer insanları kadar koruma ve güvence altında olduklarını hissetmek, üretkenlikleriyle, ürettikleriyle gururlanmak, yarından endişe duymadan yaşama dört elle sarılmak, sıcak yataklarında duydukları her sesle irkilmeden, uykuları delik deşik olmadan, gördükleri çocuksu rüyaların ardından güneşe gülümseyerek merhaba demek onların da en doğal hakları olsa gerek.

Evlere, eşyalara, arabalara, hayvanlara, çiçeklere, kısacası parayla satın alınabilecek her şeye gösterdiğimiz özen ve ilgiyi, onlara da cömertçe sunmamız çok mu zor? Yoksa, huzur ve mutluluğa giden bütün yollar ‘‘insan" gerçeğinde buluşmuyor, "insan sevgisi" nde kesişmiyor mu?

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 38

(*) James BALDWİN'in (If Beale Street Could Talk) romanı


GÖZLER VİTRİNDE KALDI

Elbise dolabının kapağını böylesine sert kapatmasına kendisi de anlam veremedi. Amacı, onu yapan ustanın, kalfanın, yerden bitme çırakların yüreklerini burkmak değildi elbet. Her seferinde kırıp dökme krizine girerdi nedense. Her ne kadar kendi kendine telkinde bulunsa da, elinde değildi. "Akşama ne giyeceğim" korkusu üzerine kabus gibi çöktüğünde, boğazında bir gemici düğümü oluşurdu sanki. "Sık Allah sık, deli mi ne?" İşte o an geriye tek çare kalırdı: Evden dışarıya ışınlanırcasına kaçmak. O da yüreğinin sesini dinledi ve kendini dışarıya attı. Yaklaşmakta olan taksiyi zarif bir el hareketle durdurup, arka koltuğa kuruldu. Gideceği yerin adını, direktifle karışık bir ses tonuyla söyleyişin ardından, çantasını özenle açtı, yarım kalan makyajını tamamlamaya koyuldu. Dudaklar çerçeveli boyandı, saçlar tarağın ezberine terk edildi. İneceği yere bir hayli yaklaştığında, son kez gümüş aynasına şöyle bir göz atarken, kendisine duyduğu hayranlığı, dikiz aynasından bile gizleyemiyordu. Güzel ve alımlı kadındı doğrusu. Taksi sürücüsüne parasını ödeyip birçok kişinin sadece adını bildiği ve vitrinine bakmakla yetindiği ünlü mağazaya doğru emin adımlarla yürürken, biraz önce tepesinde ayağa kalkmış, salkım saçak sinirlerle dolaşan kadın o değildi sanki.

Mağazanın kapısına birkaç adım kala çevresinde oluşuveren cazibe yumağı, onun hatırlı müşterilerden biri olduğunun ilk sinyaliydi. Saygı ve iltifat yağmuru altında, belirlediği reyonlara pervane böceğine dönüşmüş görevliler tarafından götürülüşü muhteşemdi. İlgi odağı sonucu oluşan ve kişiliğinin doğal bir uzantısı gibi görünen havayla öylesine bütünleşmişti ki, onsuz yaşaması, bir adım bile atması düşünülemezdi. Üstelik ona çok yakışan ve çekiciliğini tamamlayan havanın çok daha fazlasını da hak etmiyor değildi doğrusu.

Uzun uğraşlar, giyinmeler, soyunmalar, dudak bükmeler, burun kıvırmalar sonrasında zevkle seçtikleri de

içine sinmişti hani. Satın aldıkları, kutulara özenle yerleştirilirken, o da şık cüzdanından çıkardığı kredi kartını, karmenvari bir el hareketiyle kasadaki görevliye uzatırken oldukça keyifliydi.

Mağazaya girerken gördüğü saygının çok daha fazlasını, zorlu beğenme, beğendirme savaşında da görmenin şımarıklığıyla, çıkış kapısına yöneldi. Şık giysilerle dolu mağaza markalı kutuları taşıyan görevli, taksi çağırmak için önden seğirtirken o, makyaj destekli gözlerini, son kez şöyle bir baktığı vitrinde unuttuğunun farkında bile değildi. Bir an önce eve dönme telaşıyla, beklemekte olan taksiye doğru adımlarının ritmini daha da hızlandırdı. Aracın kapısı kapanırken, mendil satan çocuğun üşümüş titrek sesi, havada asılı kalmıştı. O ise mutluydu. Hem de çok mutluydu.

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 45


ERTELENMİŞ DUYGULAR/

ERTELENMİŞ YAŞAMLAR

"Akşama Doğru" televizyon programının yapımcılarına...

Yıllar önce tanıştığım, sayısız güzelliği paylaştığım eski dost, "Akşama Doğru" programı yeni dönemde de devam ediyor. Geçen perşembe günü program konuğundan dinlediğim bir öykü beni çok etkiledi, daha doğrusu çarptı. Öykü dediysem, en gerçeğinden yaşanmışlığa, daha doğrusu yaşanamamışlığa dair bir ertelenmişlik hüznü...

Adam, iş seyahatinden dönerken eşine çok güzel bir giysi alır. O, bugüne değin aldıklarının en markalısı, dolayısıyla en pahalısıdır. Kadıncağız çok beğendiği, çok duygulandığı, mutluluktan adeta uçtuğu elbisesini hemen giymez, giymeye kıyamaz. Çünkü haftaya evliliklerinin bilmem kaçıncı yıldönümünü kutlayacaklardır. Onu, böylesine özel bir günde ilk kez giymesinin daha anlamlı olacağını düşünür. Düşünmesine düşünür ama ne yazık ki hayat böyle düşünmez, bu düşü düşlerde kalır, gerçekleşemez. Yıldönümüne iki gün kala, anlamsız bir şekilde aniden yaşama veda eder. Bu zamansız ölüm yakınlarını çok üzer, kocasını ise yıkar. Her elbise dolabını açışında daha etiketi bile üzerinde duran o güzelim elbise hüzünle ona bakmakta, kendisini giyecek zarif sahibesini boşuna beklemektedir.

Yaşam hiçbir şeyli ertelemeye gelmiyor sevgili dostlar. ‘Ömür' dediğimiz zaman diliminde hepimizin sayısız "dün"leri vardır. Anımsamak istesek de istemesek de onlar bizim ayrılmaz parçalarımızdır. İçini hakkıyla doldurduğumuz ya da dolduramadığımız, büyük oranda arzuladığımız biçimde şekillendirdiğimiz ya da şekillendiremediğimiz, acısıyla, tatlısıyla, sevinciyle, hüznüyle, umuduyla, yıkıntılarıyla bizim olan, içinde biz olan dünler... Bazılarından özellikle kaçmak, kurtulmak, unutmak istesek de bir türlü peşimizi bırakmayan gölge misali

dünler...Dünlerde olduğu gibi, yaşamakta olduğumuz "bugün"de de biz varız ya da bugün bizim için var. Biz onsuz o da bizsiz olamaz. Ya "yarın", yarın öylemi ya? Bazılarımız için kesinlikle yarın diye bir şeyin olmayacağı acı ama gerçek, ya da yarında bazılarımız olmayacak, olamayacak, yarınla tanışamayacak, yarına merhaba bile diyemeyecek. Üstelik yarın, dün gibi hoyratça harcanacak çoklukta da olmayabilir. Eh, "yarın" denen gerçeğin, böylesine acımasız bir sürpriz için fırsat kollayıp durduğunu bildiğimize göre; doğan güne çapkınca göz kırpmak, sağlıklı geçen her günü, aldığımız her nefesin tadını çıkarmak, ağacıyla, çiçeğiyle, böceğiyle, insanıyla, görebildiğimiz ya da göremediğimiz tüm güzellikleriyle dünyayı kucaklamak, sevgimizi, sevgilerimizi haykırmak varken, bu ertelemeler, aymazlıklar, ıskalamalar, nedeni, niçini belirsiz korkular, kaçışlar, kovalamacalar, üzerimize abanan kapkara bulutlar da neyin nesi?! Yoksa bugünlerde güneşle aramız mı bozuk?

Hemen şimdi, hiç vakit yitirmeden geçelim elbise dolabımızın başına; kendimiz, karımız, kocamız, nişanlımız ya da her hangi bir sevenimiz tarafından alınmış bir elbiseyi özenle giyinelim. Saçımızı başımızı düzeltelim. Bayanlar; yapacağınız makyajla güzelliğinizin altını bir güzel çizin yarın'a inat... Sonra da varalım aynalarımızın karşısına, hakkımızda ne düşündüklerini açık açık soralım. Çünkü onlar, bize yalan söyleyemeyecek kadar dürüst, sayılı dostlarımızdandır. Aynanın yanıtı belli belli olmasına ya, acaba bizler ne düşünüyoruz kendi hakkımızda? Biz bizi nasıl buluyoruz? Barışık mıyız karşımızdaki şu sıcacık yüzle, yoksa bize çok yabancı mı şu bakışlar? Yaşam fışkıran ışıl ışıl gözlerle, dudak kenarına ilişiveren gülümseyişle, içimizden mırıldanmakta olduğumuz müzikle, neden daha sık görüşmüyor, dertleşmiyor, özlem gidermiyoruz dersiniz?!.

Eh, işte şimdi tam sırası, fırlayalım hemen sokağa; kırlara, parklara, çiçeklere, hayvanlara, insanlara hayata karışalım, sıkı sıkıya tutalım onları, bir daha da hiç bırakmamacasına, dört elle yaşama asılalım... En gür sesimize, ardına kadar açılmış ellerimizle eşlik etmeyi de sakın unutmayalım. Hiç kimse bizi duymasa da, farkımıza varmasa, bizi umursamasa da, hatta biraz hafife de alsa biz, avazımız çıktığı kadar; "Sizi seviyoruuum, sizi çok seviyoruuum." diye bağıralım. Güzel bir yiyeceği damakta duyumsar gibi, en güzel kokuları yürekte mayalar gibi... En güzel besteleri dokur, en güzel şiirleri okur, en güzel aşkları dünya aleme duyurur gibi... Bir dostun, bir sevgilinin gözlerinde huzur arar gibi doyasıya yaşayalım an'ları, zamana meydan okurcasına yaşayalım...

Yaşam, şu an için en somut gerçektir, ama yarın en soyut düş olabilir. Ertelenmiş duyguları, öfkeleri, düş-ünce-leri, söylenmemiş sevgileri, sevgi sözcüklerini, sevda ve dostluk türkülerini bir an önce adreslerine, hem de ilk ağızdan ulaştırmanın tam sırası. ‘Yarın'lar ‘bugün'e, ‘bugün'ler ‘dün'e, ‘dün' ler ‘keşke'ye dönüşemeden. Çünkü yaşam korkakları sevmez, ‘keşke'leri benimsemez, ertelenmişlikleri ise hiç mi hiç affetmez.

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 61


DALLARINI YİTİREN AĞAÇ

Adını anımsayamadığım garsona...

Zaman zaman, en derin uykulardan bile bu sesle uyanmıştım. Ne rüyalarım yarım kalmış, ne kabuslarım orta yerinden kesilivermişti. "Çıt". Uyandığımda da derin bir ohh çekip rahatlamıştım. Gerçi, çocuksu uykularımı delik deşik eden bu çıtların nedenini öğrenmem zor olmamıştı. Sordum soruşturdum. Duvarların içindeki ağaçları birbirine tutturan çivilerin karanlık olunca canları sıkılırmış(!). Sabaha kadar kıpırdanır dururlarmış. İşte bu kıpırdanmalardan gelirmiş sesler. Daha ileri yaşlarda ise karanlık çöküp de el ayak çekildiğinde belirginleşen bu sesler, tahtalarla çivilerin cilveleşme zamanının geldiğini düşündürmüştür bana. Sadece çivilerin tahtalarla oynaşmasıyla sınırlı değildi bu sesler elbet. Bazen bir mutfak rafı, bazen bir kitap dolabı, bazen de televizyon sehpasının, üstündeki yükü taşımakta zorlandığı olur. İşte bu yüzden arada bir inlemeyle karışık bir ses duyulur. Demek ki suç yalnızca çivilerle tahtalarda değildir. Kulaklarıma pek yabancı gelmeyen bu sesi nerede olsa hemen tanırım. "Çıt".

#

Derken çocuk oyunlarında, oyuncak yapımında da sıkça karşılaşır oldum bu eski dostla. Eskiden, kibrit çöplerinden, kurumuş ince dal parçacıklarından ne oyuncaklar yapardım. Minik parmaklarımın arasındaki incecik çıtkırıldımlara biraz yüklensem, biraz büküversem, dal yada kibrit çöpü anında cevap verirdi, "çıt". Bunun anlamı; " İşte yine kırdın. Benim çok nazik olduğumu hala anlayamadın mı şapşal?" demekti. Bu uyarıyla bir daha karşılaşmamak, başladığım oyuncağı yarım bırakmamak için elimdeki dal parçasına daha nazik davranmam gerektiğini, ancak bir kaçının canını yaktıktan sonra öğrenebilmiştim.

"Çıt" sesi her zaman ürküntü vermezdi elbet. Keyifli olanları da vardı. En zevklilerinden birisi, yol kenarlarındaki çukurları dolduran su birikintilerinin üzerinde oluşan buz tabakalarıydı. Kış geceleri küçük çukurları dolduran suların üzerinde oluşan incecik buz tabakası, alttakilerin üzerini, tıpkı bir yorgan gibi şefkatlice örterdi. Şöyle bir bastınız mı incecik buzdan hoş bir kırılma sesi gelirdi, "çıt". Sırf bu yüzden kışın bakkala, okula daha bir istekli giderdim. Yol boyunca gözlerim bir radar dikkatiyle yerleri tarardı. Buz tutmuş su birikintilerini atlamamaya, başkalarına kaptırmamaya çalışırdım. Şu yaşta bile o zevki kimselere bırakmam doğrusu. Bir su birikintisi görmeyeyim. Avına sessizce yaklaşan bir avcı gibi usulca yanına sokulur, üzerine şöyle bir dokunmadan edemem. İlk dokunuşlarda kesinlikle ağırlığımı tam vermem. Bir nevi buz kalınlığını ölçmek için atılan iskandildir bu yoklayışlar. Tabakanın kalınlığına göre giderek baskımı arttırırım. Eğer gece çok soğuk geçmemişse buz kağıt gibi inceciktir. Ağırlığımın etkisiyle önce hafiften yaylanır, esner. Bu esnemeyle birlikte alttaki donmamış su, kıstırılmış bir hayvan gibi telaşlıdır. Sağa sola kaçışır. Benden korkmuş gibidir. Çaresizdir. Derken öyle bir an gelir ki, ağırlığıma daha fazla dayanamayacağını anlayan gevrek buz tabakası direnmekten vazgeçer, Düzensiz bir takım izler bırakarak kırılıverir. "Çıt".

#

Yıllarca dağlarda, tepelerde, dolaştım. Buna "ekmeğimi taştan çıkardım" da diyebiliriz. Bir elimde çekiç, bir elimde harita, ayağımda postal, dolaş babam dolaş. O dağ senin, bu yayla benim. Alabildiğine özgürdüm doğada, mutluydum. Kendimi biraz Dadaloğlu, biraz Köroğlu hissedişim bundandır. Ne dağlara, tepelere tırmanmış, ne doruklar,zirveler görmüş, ne yemyeşil ovaları, yılan gibi kıvrılan nehirleri, uçsuz bucaksız denizleri, gölleri, bir kartal edasıyla yükseklerden seyretmişimdir. İşte o "kuş uçmaz kervan geçmez" ıssız dağ başlarında, en yakın dostum, çocukluğumdaki gibi yine elimden bırakamadığım küçücük dal parçacıkları olmuştur.

Yalnızlığımı onlarla paylaşmış, sessizliğimi onlarla parçalamış, onlarla dertleşmiş, içimi onlara dökmüşümdür. Aramızdaki sevdanın dozunu ayarlayamayıp biraz fazla kaçırdığımdaysa incecik bir çığlık yankılanır karşı tepelerde, "çıtttttt". İşte o an yüreğimde hissettiğim cızzzzla birlikte sessizlik seslenir, yalnızlık sonlanıverir. "Çıt". Çocukluğumda uykularımı bölen sesten çok farklıdır bu sefer duyduğum. Daha dost, daha sırdaş, daha arkadaştır. Bir şeyleri paylaşımcı, yalnızlıkları kovucudur. Üstelik çok da hoş tınısı, akustiği vardır bu kez. Uzun süre yankılanır çevremde, dallarda asılı kalır. Aynı dost ses dağlardan aşağılara inerken de peşimi bir türlü bırakmaz. Gölgem olur, her adımda beni takip eder. Hele mevsim sonbaharsa, kurumuş dal parçacıkları, dikenler, "ben buradayım" dercesine kulağıma fısıldar durur. Çıt, çıt, çıt.

#

Havada uçuşan ve kamçı gibi yüzüme vuran kar taneciklerinden, gözlerime dolan buz kristallerinden bir an önce kurtulmalıyım derken bir de bakıyorum, ..... Bakanlığı'nın ek binasının önündeyim. Heybetli demir kapıyı açmamla birlikte kendimi içeriye atmam bir oluyor. Girişteki görevliye alelacele bir selam verip, asansörün yolunu tutuyorum. Şansa bak, o da yeni kalkmış. Beklemekten başka çarem yok. İnşallah, üst katlarda birileri çeneye dalıp onu tutsak etmezler diyorum içimden. Asansör beklerken, hemen yandaki çay ocağının açık kapısından garson Ali'ye gözüm takılıyor. Bir yandan telaşla çay servisine hazırlanan Ali, bir yandan da boşluğa doğru öylesine sesleniyor. " Asansörü salmayın sakın". Dar mekana sığışan kısa yolculuğumuz, karşılıklı hal hatır sorularak geçiyor. Güler yüzlü bir köy delikanlısıdır Ali. Mesleğini sevdiği her halinden bellidir. Asansörde yarenlik ettiği abiye, yani bana kıyak geçmeyi daha aşağıdayken kafasına koymuştur. Neden derseniz, asansörden çıkar çıkmaz aynı tarafa yönelişimizden bellidir. Çay servisine konuk olacağım odadan başlayacak anlaşılan. Uygun adımlı kısa bir yolculuğun ardından önde ben, arkada Ali ve mis gibi çay kokusu, tezahüratlar arasında odaya doluşuyoruz. Her zaman acelesi, zamana karşı yarışı vardır Ali'nin. Cüssesinden beklenmeyecek irilikteki sesi, odada birkaç tur attıktan sonra ancak durabiliyor. "Evet, bardaklarrrrr." Zaten dört gözle çayın yolunu gözleyen oda sakinleri, inceli, kalınlı, büyüklü, küçüklü bardaklarını, belli bir düzensizlik içinde çoktan yerlerine konuşlandırmışlardır. Kimisi gıcır gıcır yeni yıkanmıştır, kimisi ise bir önceki içilenin çöpünden utanır gibidir. Ali, taşımakta zorlandığı çaydanlıktan büyük bir keyifle bardakları doldurmaya başlamıştır. Fakat o da ne. İrice bir "çıt" sesi keyfimizi kaçırmaya yetmiştir. Büyükçe bir cam bardak, testereyle kesilmişçesine dip kısmından ikiye ayrılıvermiştir. Kısa bir suskunluğun ardından çaycı Alinin azarlamayla karışık bilgiçlik kokan uyarısı, sessizliğin ortasına düşüverir. "Abla kaç defa söyledim, soğuk bardağa sıcak çay doldururken içine kaşık koymayı unutmayın diye!"

#

Çaycı Aliyi, mesleğini aşkla yapan o güzel insanı anımsatan, o kadar çok olayla yüzleşmekteyim ki şu son bugünlerde. Çevremde başka türden olaylar yaşanmaz oldu sanki. Nereye baksam Ali, başımı nereye çevirsem kırık bardaklar, kibrit çöpleri, buz parçacıkları... "Çalışmakta olduğu inşaatın dördüncü katından düşüp ölen işçinin bakmakta olduğu eşi, dört çocuğu ve yaşlı annesi, üç aydır kiralarını ödeyemedikleri için ev sahibi tarafından sokağa atılmışlardır. Günlerdir, yorgan altında sabahlayan aile, konu komşunun yardımıyla yaşamlarını sürdürmektedir." Olayı duyar duymaz içimden bir ses yükselir, "çıt"

" Sekiz kilometre uzaktaki kasaba okuluna gitmekte olan beş öğrenci çığ altında kalmıştır. Kurtarma çalışmalarına devam edilmektedir. " Al sana birkaç "çıt" daha. "Armutlu kömür ocağındaki grizu patlaması sonucu on beş madenci göçük altında kalmış, tüm çabalara rağmen işçilere henüz ulaşılamamıştır." İçimdeki "çıt" lar, çıtlara, çaresizlikler çaresizliklere eklenir. Topluma sayısız insan yetiştiren bir öğretmen, düşkünler yurduna yerleştirilerek, son anda sefaletin kucağına düşmekten ... "Çıt". Canlı meşale misali ölüme giden itfaiyecilerin yanık bedenleri, geride kalan gözü yaşlı yakınları, iç paralayan ağıtları,"çıt", Günlerce direksiyon sallamaktan yorgun düşmüş, kullandığı araçla birlikte uçurumlarda yaşamları noktalanmış sürücüler, "çıt". İnsanları yaşama döndürmek için çırpınırken kendi canlarından olan doktorlar, "çıt". Bin bir emekle yarınlara hazırlanan, ama yaşamlarının baharında umutları, gelecekleri ellerinden çalınmış işsiz gençlerin buz tutmuş gülümseyişi,"çıt". Ekmek kuyrukları, pazaryerlerinden artık toplayanlar, çalışan çocuklar, sokak çocukları, parasızlığın körelttiği gencecik beyinler, töre teröristlerince katledilen kız çocukları, savaş mağduru çocuklar, kadınlar, işgaller, infazlar, tecavüzler, dilenen sarhoş Aborjinler, seyirliğe dönüştürülen kızılderililer, zehirli sularda can veren balıklar, karlar üzerinde kızıla boyanmış foklar, kürk mantolu kokanalar, yanmış ormanlar, görkemli düğünler, havaya saçılan dolarlar, Lale Devri eğlenceleri, çaresizlikler, umarsızlıklar, şımarıklıklar, duyarsızlıklar, çözümsüzlükler, acılar, çığlıklar, feryatlar, kan çanağına dönmüş gözler, göz yaşları...

Gittikçe öylesine çoğalır, öylesine azmanlaşır ki bu "çıt"lar, önüne geçilmez, altından kalkılmaz olur. Gazeteler, televizyonlar söz birliği etmişçesine hep bu türden olaylarla doludur. Gören gözler, duyan kulaklar, hisseden yürekler dayanmaz, bir yerinden kırılıverir."çıt".

#

Her "çıt"la birlikte yaşam da benden bir şeyler koparıp götürür. İçimdeki görkemli çınarın dayanma gücü giderek azalır, gün be gün dallarını, yapraklarını birer ikişer yitirir. Yıllardır, dallarıma kuşların konmaması, üstüme yağmurların yağmaması, güneşlerin ıslak bedenimi kurutmaması bundandır. Bembeyaz tuvaletimle kışları, rengarenk giysimle baharları karşılayamayışım hep bu yüzdendir. Geceleri uyku girmez gözüme. Düş kuramam eskisi gibi, rüya da göremem. Hep o "çıt"lardır buna sebep. Rahatı kaçan sevda vurgunu ağaca dönmüşüm, haberim yok. Gerçi çaycı Ali'nin uyarısını hiç unutmadım, unutamadım. Ama ne kadar çabalarsam çabalayayım, son günlerde olanca ağırlığıyla üstüme üstüme gelen korkulardan, endişelerden. mutsuzluklardan bir türlü sıyıramam kendimi. Her yanımı sıradağlar kuşatmıştır adeta. Bel vermez, geçit vermez, heybetli, başı dumanlı dağlar. Bir türlü aşıp düzlüğe çıkamam Ferhat gibi. Derinden bir oooh çekemem, Şirin'ime, Şirin'lerime kavuşamam. Her gün bir yerlerim incinir, kanar, her gün bir yerlerim kırılır, acır, sızım sızım sızlar, "çıt". "Keşke" derim içimden, "Keşke şu "çıt"ların çaresi de soğuk bardağın içine koymayı unuttuğumuz kaşıklar kadar masum olsaydı."

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 77


BEŞİ YÜZE MENDİL

Tüm dostlara, gerçek dostluklara...

"Beşi yüze mendil, beşi yüze mendil" . Burnu havuca dönmüş çocuğun okul şarkısı özlemli üşümüş sesi, bir anda beni çok eskilere götürüverdi. İnsan biraz düşünmeye görsün, mendille ilgili sayısız anı, sayısız olay geliveriyor aklına. Meğer ne çok şey yaşamışız, ne çok şey paylaşmışız onlarla. Severiz, derdimizi ona açarız, üzülürüz, yanarız, bir yerlerimiz kanar, imdadımıza herkesten önce o koşar. Ne kadar gizlemeye çalışırsak çalışalım, ruhumuzun gün ışığı görmemiş derinliklerinde saklanan duyguları da, bir kahin gibi ilk sezinleyen ondan başkası değildir. Aramızdaki ortak dil çoğunlukla suskun bakan gözlerdir, göz yaşlarıdır. Sadece bununla kalmaz tabii. Kendimizi yapayalnız hissettiğimiz, dehlizlerde bunaldığımız, karanlıklarda kaybolduğumuz, azgın dalgalarla boğuştuğumuz anlarda da yanımızda bir tek o vardır. Sığınağımızdır, arkadaşımızdır, kaprissiz, ağzı sıkı tek sırdaşımızdır. Hüzünde, sevinçte, coşkuda, anlatılması zor duyguların dillendirilmesinde mendil her zaman baş roldedir. Yaşamımızın birçok gizine onun kadar masumane giriveren, her açmazda tüm varlığıyla içimize süzülüveren başka bir sihirbaz daha yoktur sanırım. Sıraladığımız tüm bu özellikler, özlemler geçmişte mi kaldı yoksa, tümceler ‘di' li geçmiş mi olmalıydı? Neyse, bırakalım şu duygusallığı bir kenara da, onu daha yakından tanıyabilmek için zaman tünelinde kısa bir yolculuğa çıkalım.

Mendilin ilk ataları, Milat'tan Önce 1. yüzyılda Eski Yunan'da uygarlık sahnesinde boy göstermeye başlamış. O zamanki görevleri sadece yüz kurulamaktan ibaretmiş. Tekdüze yaşamdan bir türlü sıyrılamadıkları, kendilerini yenileyemedikleri için olacak, uzun süre haber alınamamış. 10. yüzyılda Roma'daki tarihsel kayıtlarda yeniden yer bulmaya, sosyal yaşamda önemli görevler üstlenmeye başlamış. Yüz kurulama, ter silmenin yanı sıra, oyunların başlama ve bitişini gösterme angaryası yetmiyormuş gibi Rönesansla birlikte yemeklerde peçetelik ihalesi de onun üzerine yıkılıvermiş. 14. Yüzyıla gelindiğinde, bu kez Anadolu, İran ve Doğu ülkelerinde izine sıklıkla rastlanır olmuş(*). Hatta öyle ki; dikkatleri üzerine çekebilmek, daha fazla medyatik(!) olabilmek için minyatürlere girmeyi dahi becermiş. Üstlendiği yepyeni görevleri de dağarcığına atan mendilimiz daha fazla dayanamamış, Venedik üzerinden Avrupa yolculuğuna çıkmaya karar vermiş. Tarihçilerce tutulan kayıtlara göre, özlem ateşiyle yanıp tutuştuğu ana yurduna dönüşü, ayrılışından çok daha görkemli olmuş.

Sosyal yaşamımızda çok önemli bir yeri olan mendilin Anadolu'daki en güzel örneklerini 16 yüzyılda görmekteyiz. Halen Topkapı Sarayı'nda sergilenmekte olan, kenarları oyalı ipek tören mendilleri, tabut üzerine konulan koyu renkli yas mendilleri, cebe, göğse, bele ya da kol ağzına iliştiriliveren giysi mendilleri, gelin adayı her kızın bohçasının olmazsa olmazı çeyiz mendilleri, haber(ulak), muştu(müjde) mendilleri ve daha nice işlevler yüklenen türlü türlü mendiller...

İster kenarları iğne oyalı halis Çin ipeğinden, isterse halk tipi keten üzerine baskı süslemeli yapılsın, mendillere yüklenen işlevler, üstlendikleri görevler, dünyanın hemen her yerinde benzerlikler göstermekte, duygular ortak bir dille anlatılmaktadır. Renklerin, dokuların, süslemelerin gizemli dünyası hemen hiç değişmez. Örneğin, beyaz renkli bir mendili, dünyanın neresinde görürseniz görün, - hele de kavga yada savaşın tam ortasındaysanız -, "ben senin düşmanın değilim' ya da "teslim oluyorum" dan başka türlü yorumlayamazsınız. İçinizi dökmekte, duygularınızı açmakta zorlandığınız durumlarda yine mendiliniz imdadınıza yetişiverir. Kazara(!) elinizden düşürerek, sizin yerinize, "sizi seviyorum, size yangınım" dedirtiverirsiniz ona. -şimdilerde o görevi cep telefonları, internetler üstlenmiş durumda-. Sevdiklerinizi uğurlarken, "güle güle, yolun açık olsun", halk oyunlarında, özellikle bar, halay ve karşılamalarda "haydi oyuna başlıyoruz ya da figür değiştiriyoruz", ata sporlarında, "yarış başladı',... bitti', cenaze törenlerinde, "yastayız", düğünlerde, atlara, faytonlara, taksilere, konvoya katılan araçlara bağladığınız renk renk mendillere, "düğünümüz, derneğimiz var" anlamını rahatlıkla yükleyebilirsiniz. Ayrıca bebeğiniz uyurken sinek yada başka zararlılardan rahatsız olmasın diye yüzüne örtebilir, sıcaktan, rüzgardan, terden korunmak için boynunuza, güneşe karşı başınıza bağlayabilir, bayramlarda çocukları sevindirmek için verebilir, hatta, "sevgiliye özel" haberleşmelerinizde zarf amaçlı dahi kullanabilirsiniz.

Ayşen Özaras

Az kalsın unutuyordum. Parasal açıdan zorda kaldığınız durumlarda, mendil açmak, mendil açacak hale düşmek", bir şeyin çok dar ya da yetersiz olduğunu betimleyebilmek için de "mendil kadar" demeniz yeterlidir. Sesinize güvenseniz de güvenmeseniz de, "Yar yolunu kolladım, Beyaz mendil salladım, Akasyalar açarken" şarkısıyla sevgiliye duyduğunuz özlemi hafifletebilir, "Mendili geline, mendil verdim eline, Kara kına yollamış yar benim ellerime." nameleriyle neşelenebilir, "Rıhtımda boynum bükük, sana mendil salladım." sözleriyle hüzünlenebilir, "Sallasana sallasana mendilini" türküsüne elinizdeki mendili sallayarak eşlik edebilir, sayfalara dahi sığdıramayacağınız duyguları, "Mendil kadar gökyüzü görünüyordu " dizesiyle özetleyebilirsiniz. Üstlendiği bunca rolün, yüklendiği bunca duygunun altından başarıyla kalkmasına karşın yine de mendil deyince aklınızdan, "Ne olacak, alt tarafı bez parçası işte" demek mi geçiyor? Pes doğrusu. Ona büyük haksızlık ettiğinizin hala farkında bile olmadığınızı üzülerek anımsatırım.

Şöyle bir düşünsenize. Ağzı dili olmadığı halde, sözcük dağarcığı böylesine güçlü, ifade yeteneği bir çok insandan çok daha zengin, hüzünlerimize, coşkularımıza içtenlikle katılabilen, sırdaşımız, yoldaşımız, kurtarıcımız, tercümanımız, can dostumuz olabilecek bir başka gönüllü daha gösterebilir misiniz? Gösteremezsiniz tabii. Başka birini bulamayacağımızdan adım kadar eminim. Ama şu da acı bir gerçek ki, böylesine içten, uzun soluklu, beklentisiz, çıkarsız dostlukları, bugünlere taşımayı beceremedik. Ne yazık ki eskilerde kaldılar, birçoğu çoktan unutuldu gitti bile. Sevgilimizin, sevdiklerimizin kimselere açamadığı sırlarına, duygularına tanıklık etmiş, kokularıyla, korkularıyla, gözyaşlarıyla içli dışlı olmuş, sandık köşelerinde özenle saklanmış mendillere günümüzde rastlamak mümkün mü? Şimdilerde, göz alıcı ambalajlar içine istiflenmiş kar beyazı kağıt mendillerle neyi paylaşabilir ki insan? Dış görünümleri alabildiğine alımlı o nazeninlerden, kendilerine saygı, bize vefa, zamana karşı kahramanca direniş beklemek biraz safdillik olmaz mı? Tabii şunu da asla akıldan çıkarmamakta yarar var. Onlarla yaşadıklarımız, paylaştıklarımız, ne kadar da günümüz modern(!) insan ilişkilerine benziyor. İki üç kullanımlığa sığdırılan, dümdüz, sığ, kelebek misali, renkli ama kısacık bir ömür. Nereye atıldığının, nereye attığımızın ayırdına bile varamadığımız günübirlik çıkar alış verişleri. "Alış"ı tamam da "veriş"i şüpheli. Geride en ufak iz, hoşluk, boşluk, hüzün, özlem sızısı bırakmayan, doğmadan ölen sabun köpüğü birliktelikler, saatlik, dakikalık hatta anlık ilişkiler üzerine kurulmuş dünyalar. Sahi, size de öyle gelmiyor mu? Öyle olmasa, buruşturulup bir kenara atılır, işportaya düşer, "Beşi yüz bine" satılır mıydı !..

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 76

(*) Ana Britanica'dan


İNSAN DENEN DÜNKÜ ÇOCUK (!)

İnsan gerçeğine geçmeden önce, onun evrendeki yerini daha anlamlı/anlaşılır kılabilmek için "Kozmik Takvim" e şöyle bir göz atmakta sanırım yarar var. Anlatılanları daha bir somutlaştırabilmek ve kolay algılayabilmek için "Büyük Patlama"dan günümüze kadar geçen sürenin, "kozmik takvim"de bir yıl olarak gösterildiğini anımsatırım.

On beş milyar yıl kadar önce, rengarenk havai fişek gösterileri eşliğinde "Büyük Patlama (Big Bang)" başladığında, takvimler 1 Ocak'ı gösteriyormuş. Yaklaşık dokuz ay gibi uzunca bir süre(kozmik takvimde yolculuk yaptığımızı lütfen anımsayalım), patlamanın şiddetiyle dört bir yana saçılan irili ufaklı parçaların soğuması dışında önemli bir olay yaşanmamış. Acaba bu sessizlik nelere gebeymiş, suskunluk dönemi bize ne gibi sürprizler hazırlıyormuş, görelim.

Sırasıyla, 9 Eylülde Güneş Sistemi'nin, 14 Eylülde üzerinde yaşayacağımız yeryuvarı'nın, 1 Aralıkta da canlılar için hayati önem taşıyan atmosferin oluşmasıyla birlikte, yaşam sahnesini görkemli bir gösterinin heyecanı sarmaya başlamış. Beklenen gün sonunda gelmiş; 16 Aralıkta, yani yılın bitimine sadece on beş gün kala, öncülüğünü ilk kurtçukların çektiği görsel şölene, 23 Aralıkta ağaçlar, 24 Aralıkta dinozorlar, 26 Aralıkta memeliler, 27 Aralıkta da ‘evrenin dili' ni oluşturan kuşlar katılmış. Kuşlar dedim de aklıma geldi, dinozorlarla kuşların akraba olduklarını duymuş muydunuz? Ve sonunda, yılın bitimine sadece bir buçuk saat kala, 31 Aralık saat 22.30 sularında da ilk insanlar podyumun ucunda arz-ı endam eylemiş. Eylemesiyle birlikte, diğerlerinin yanında daha dünkü çocuk(!) olmalarına karşın, dünyayı ele geçirmekte ve bildiği gibi çekip çevirmekte hiç zaman yitirtmemiş. Nedense işi hep aceleymiş. Kafasının içinde sayısız tilki cirit atmakta, tasarladığı muzırlıklar düşünceden gerçeğe dönüşebilmek için birbiriyle çılgınca yarışmaktaymış.

Gelelim "kök"lerimizle ilgili bulgulara. Çin ve Afrika'daki kazılardan çıkarılan kafataslarından elde edilen yaşlara göre, yaklaşık 4 milyon yıl kadar önce, atalarımız garip ses ve homurtularla yaşama merhaba demiş. Ürkek, çaresiz, masum, şaşkın misafirlik evresinin ardından, diğer canlılarınkinden daha okkalı oluşuyla övündüğü bir kilo bilmem kaç yüz küsur gram çeken, ama kaçta kaçının kullanıldığı hala tartışılan beyniyle, kısa sayılabilecek bir süreye neler sığdırmış neler. Toplayıcılıktan uzayı ele geçirme düşlerine kadar uzanan bu serüvene kısaca bir göz atmaya ne dersiniz?

Öncelikle beslenme gibi en doğal ve masum bir gereksinimden yola çıkan atalarımız, ağaçlardaki meyveleri toplamayı ve hayvanları öldürmeyi kolaylaştıracak alet edevat yapımıyla işe girişmiş. Ardından örtünmeyi, süslenmeyi, sevgiyi, nefreti, üremeyi, üretmeyi, diğer canlıların yanı sıra birbirini tepelemeyi becermiş, ateşi, tekerleği, elektriği..... bulmuş, kafasına düşen elmayı dahice yorumlamış, uzaydan bile görünebilsin diye(!) büyük emeklerle gerçekleştirdiği Çin Seddi'yle, piramitlerle öğünmüş, "atom" la "bomba" yı yan yana getirip, bir daha asla "Hiroşimalar Olmasın" dedirtmiş, yeryuvarı yetmiyormuş gibi giderek uzayı komşu kapısına, daha doğrusu teknoçöplüğe çevirmiş. Peki, bunca şeyin altına fiyakalı imzalar atan, yaşadığı dünyayı yap boza çeviren, tüm canlıların efendisi olmakla övünen bu garip memeli, acaba kendi bilinmeyenini, gizemli, gizemliden de öte karma(karı)şık iç dünyasını, özünü, yani "insan"ı çözümleyebilmiş, anlayabilmiş midir? Sizi bilmem ama benim bu konuda ciddi kuşkularım var.

Şöyle arada bir yalnız kalıp, kendimizle flört etmeye görelim. Ne açmazlar, ne sürprizler, ne yedi çengelli sorular çıkar karşımıza. Labirentteki şaşkın kobaylardan, çapariye takılmış alık balıklardan farkımız kalmaz. İsterseniz konuyu birkaç çarpıcı örnekle biraz daha aralayalım.

Genellikle, "kibirli", "kendini beğenmiş" görünmekle birlikte, ölünceye değin "kuşku" ve "güvensizlik kompleksi" yle cebelleşir dururuz; "özgür olmak", en azından "özgür görünmek" ister, şımarık iç/öz denetimimiz marifetiyle özgürlüğümüze öylesine dar bir yaşam alanı bırakırız ki, nefes almakta bile zorlanır, mucizevi bir atakla, son anda boğulmaktan kurtuluruz. İnsanlara "çok yakın" ya da "çok uzak" durmamak gerektiğini kendimize sürekli telkin eder, ama anlaşılmaz bir biçimde, bazen "utangaçlık" bazen de "saldırganlık" zırhının ardına sığınarak, kendimizi insanlardan ya da insanları kendimizden uzaklaştırarak yalnızlığımızın tek mimarı oluveririz. Bir yandan "anlaşılmak", "fark edilmek" gibi akla gelebilecek tüm insani duygularla yanıp tutuşur, öte yandan kendimizi "gizlemek/saklamak, ele vermemek" için çok daha fazla enerji harcama bonkörlüğünden bir türlü vazgeçmeyiz . "Beğenilmek, hoşa gitmek" bizim de en doğal hakkımız diye düşünür, üstüne üstlük oyunun önemli hamlesi olan ‘kur yapma' atağını da gerçekleştiririz. Ama ne hazindir ki; yaptığımız "kur"un sonucunu sabırla beklemek bir yana, o güne değin ilgi oltamıza takılmayı beceremeyen, aklımızın, gözümüzün ucundan bile geçmeyen birileri tarafından keşfedilir, sevilir, hatta aşık bile olunabiliriz. Yoksa mutluluk denen şey, radarımıza yakalanmamak için çoğunlukla yandan, sessizce mi yanaşıyor acaba?!

Girdiğimiz ortamlarda, çok özel birisiymiş gibi ilgi odağı olmayı düşler, buna karşın bizi özel yapabilecek yanlarımızı, yeteneklerimizi kutsal bir sır gibi saklar, asla ele vermemek için aslanlar gibi savaşırız. Bir yandan "değerli" olmak düşüne kenetlenir, diğer yandan da "önemli" maskesi takma alışkanlığımızdan bir türlü vazgeçemeyiz. Yalnızken, en yalın, en gerçek "ben"liğimizle yaşar, toplumsal yaşamla yüzleşme söz konusu olduğunda, "cilalı benlik imajı"ından kartvizit bastırırız. Tüm bu ikilemlerin yanılsaması sonucu, bize çok yakışacağı ve şık düşeceğinden hareketle, ‘özne' olmak ister, ‘nesne' gibi davranmaktan bir türlü kendimizi alıkoyamayız. Yaşamı çok sevmemize karşın, günlerin ümüğüne çöküp, usul usul ve acı çektirerek boğarken, asıl boğulmakta olanın kendimiz olduğunun ayırdına bile varmayız. Adını koyup da tanımlayamadığımız bir takım bilinmezlerin telaşıyla cebelleşirken, somut olan sevgileri, mutlulukları, renkleri, tınıları, kısacası yaşamı güzelleştiren hemen her şeyi erteler, ıskalarız; günlerimizi monotonlaştırır, körleştirir, yoksullaştırır, kendimize ağlama duvarları yaratır, sonra da yarattığımız duvarın karşında iki gözü iki çeşme korkuluk gibi dineliriz. Üstüne üstlük yaptığımız saçmalıklar yetmiyormuş gibi bir de yarattığımız ucube duvarı eşsiz yaratıcısına, yani kendimize şikayet etmekten geri durmayız. Her zaman mutlaka bir şeyler bekler, beklenenler tükense de beklenecek bir şeyler yaratmak için fırsatlar bekleriz; yemek saatini bekleriz, televizyonda sevdiğimiz bir programı bekleriz, postacıyı bekleriz, telefonda dost bir ses bekleriz, güzel sözler bekleriz, birilerinin bizi sevmesini bekleriz. Peki, bizi de bekleyenlerin olabileceğini, varlığımızla, sevgimizle, paylaşacağımız güzel an'larla, onların dünyasına eşsiz güzellikler katabileceğimizi, yaşamlarının vazgeçilmezi olabileceğimizi aklımızın uzak ucundan da olsa geçirir miyiz acaba?

Sahi, hangimiz zaman zaman bu ve benzeri olaylar ve açmazlar karşısında ikilemlerle, hatta daha çok bilinmeyenli çözüm-süzlük-lerle boğuşmuyor, gerçek "ben"imizin, peşine düşmüyor, "kimlik'lerimizi keşif yolculuğu"na çıkmıyoruz ki...

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 72

Değinilen Belgeler:

Yeryuvarı ve İnsan, Türkiye Jeoloji Kurumu Yayını, Ankara, (mayıs 1978).

"Beni Gerçekten Tanısaydın Yine de Sever Miydin?" Eugene Kennedy, İmge Yayınlar


SOKAK LÂMBALARI

Ahmet Taner Kışlalı'nın anısına...

En kısa tatillerin bile iple çekildiği yıllardı. Bir buçuk günlük hafta sonu keyfinin dışında, bayramların önüne ardına ikişer üçer günlük kaçamakların eklenmediği, kar yağdı burun dondu, yağmur paçayı ıslattı, rüzgar şapkayı uçurdu "haydi tatile" dönemi de henüz başlamamıştı. Doğaldır ki; o zamanki yollar da bugünün ukala otobanlarına göre çok daha dar, asfaltlar kaymak yoksunu, arabalar silindir fakiriydi. Sürücüler ise henüz kaptan pilot patentli değildi. Bazen iki komşu kent arasındaki ulaşım bile uzaya gitmek kadar sorun yaratabilir, ha deyince ya hiç araç bulunamaz ya da birkaç aktarma ile gidilebilirdi. Burunlu otobüslerin kral olduğu, kırmızı, mavi dizellerinse raylar üzerinde yeni yeni salınmaya başladığı o dönemlerde, adına acı tatlı türküler yaktığımız dost kara trenler, tek gözdemizdi. Kaldı ki, o karamuk dostların bende hala ayrı bir yeri vardır. Sevgimizin ötesinde, onları seçişimizin bir başka nedeni de biz öğrencilere uygulanan hatırı sayılır indirimlerdi. Grup yolculuklarındaki bol şamatalı eğlencelerden para bile istenmezdi.

Dilimin ve kalemimin döndüğü kadarıyla anlatmaya çalıştığım bu yolculuklar güzel olmasına güzel olmasına güzeldi ya, Ankara'dan bindiğimiz trenlerin Kütahya'ya varış saatleri ne şanstır ki, hep gece yarısından sonraya sarkardı. Bilirsiniz garlar da genellikle şehirlerin, kasabaların bir hayli dışına konuşlandırıldıkları için şehre gitmek bir ölümdü adeta. Minibüs yoktu, otobüs yoktu. Varsa yoksa yorgun iki atın çektiği yoğun fışkı kokulu faytonlar. Onlar da erken kapanın elinde kalır, bizim gibi boş cüzdanlılar ise kapmaya asla yeltenemezdi. Gardan eve ödeyeceğimiz fayton parası, Ankara-Kütahya arasındaki dünyanın yoluna ödediğimiz tren parasından çok daha fazlaydı. Fayton tutma çılgınlığını nasıl göze alabilirdik ki?

İşte yolculuğumuzun bundan sonrası kabusa dönüşür; iniş saati yaklaştıkça, eğreti konuk oturuşlu tren keyfimiz, için için sızlanıp mızırdanmaya başlardı.

Henüz istasyonla vedalaşmanın dumanı tüterken, içi kitap dolu bavul her adımla daha bir ağırlaşır, eller sık sık nöbet değiştirir, omuzlar denenir, laf aramızda zaman zaman okulu bırakmak bile çözüm listesinin en başına şımarıkça kurulabilirdi.

Gerçi, şehri boydan boya geçmek zorunda kaldığımız güvenli yolun dışında, bir seçenek daha vardı. O da, tek tük evin bulunduğu bahçeler arasından geçen, patika- sokak arası çamurlu yol. Adı geçen yol müsveddesi bir hayli kestirmeydi kestirme olmasına ya oradan geçmek de cesaret işiydi doğrusu. Gece yarısı yolculuğunun kışı vardı, tipisi, karı, yağmuru vardı. Karanlığı, köpeği, iti, uğursuzu vardı. Siz olun da ürkmeden, korkmadan evin yolunu doğrultun bakalım. Öyle ıslık, türkü filan da vaziyeti kurtarmaya yetmezdi bazen. Alabildiğine seyrek olan sokak lambaları da ne yazık ki, zaman zaman sapanlı keskin avcıların kanatsız hedefleri olmaktan kurtulamazdı. Gündüz gözüyle her geçişimde lambaların avlandığını, tek tek eksildiğini gözlemek beni, bir sonraki gece yolculuğumun korku bedelini peşin ödemeye zorlardı. Laf aramızda, biraz ödlek miydim ne?

Aradan yıllar geçti. Zaman, ışığı, yıldızı, aydınlığı, aydını daha iyi algılamayı, onların değerini kavramayı, yokluğunu sorgulamayı öğretti. Düşüncemden bir türlü silip atamadığım, ‘‘ya bir gün kaybedersem?" korkusu beni sürekli ürküttü, huzurumu kaçırır oldu.

Nitekim, o gün bugündür, radyo, televizyon ya da yazılı basında, "şair, düşünür, öğretmen, bilim adamı, sanatçı ........, uzun süredir tedavi görmekte olduğu amansız hastalığa dün gece yenik düşmüştür." Daha da acısı bir zamanlar sıkça yaşadığımız gibi "...........uğradığı saldırı sonucu ölmüştür. Failleri en kısa zamanda yakalanacaktır." türünden haberlerin soğuk yüzüyle karşılaştığım an, içimden bir şeyler kopar gider. İster eceliyle, isterse saldırı ya da kaza sonucu yitirmiş olalım, O insanların kaybıyla, beynimdeki birkaç bölmenin elektrikler kesilmişçesine aniden karanlığa büründüğünü hissederim. Yıllar önce, istasyondan eve giderken korkarak da olsa seçmek zorunda kaldığım, lambalarının çoğu kırılmış çamurlu yol gelir aklıma. Fazla direnemeyip çaresizliğime yenik düştüğüm koyu karanlık geceleri anımsar, yoksa, "yitirilen her aydınla birlikte yolumuzu ışıtan sokak lambalarından birisi daha hiç yanmamacasına sönüyor mu?" diye düşünmeden edemem. Oysa; "Bir değerin kıymetini kavrayabilmek için O'nu mutlaka yitirmek mi gerekiyor" diye kendi kendime yineler dururum.

Gerçi kırılan lambaların yokluğu uzun sürmez, çok geçmeden bir çözüm yolu mutlaka bulunur. Yeter ki parasal olanaklarınız olsun, yenilerini, hatta daha güçlülerini takabilir, üstelik direkleri sıklaştırarak karanlıklara daha güçlü meydan okuyabilirsiniz. Ya zamansız ölen, öldürülen, değil kıymetini bilmek, yaşarken farkına bile varamadığımız, toplumun gönüllü aydınlatıcılığını üstlenmiş değerlerin yerini neyle kimle, nasıl dolduracağız? İşte o, pek o kadar kolay değil. Toplumu yarınlara hazırlayan, ışıklı yollarında korkusuzca yürümemizi sağlayan, çoğaldıkça tükenen tükendikçe çoğalan mumlar, kandiller, ampuller, lambalar, o güzel insanlar kolay yetişmiyor. Boşlukları her geçen gün giderek büyüyor; yokluklarına alışmak zorlaşıyor, özlemlerine katlanmak güçleşiyor. Arkalarından yaktığımız ağıtlar ise, çaresizliğimizi, pişmanlığımızı beslemekten başka da bir işe yaramıyor.

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 47


YANLIŞ TRİBÜNÜN SEYİRCİSİ

( DEĞİŞEN TRİBÜNLER DEĞİŞMEYEN YÜZLER)

Sevgili dostum Fikret Öğdüm'ün anısına...

Epeyce uğraş vererek aldığımız biletleri parmaklarımızın arasında tutmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Aceleyle konuk takım taraftarlarının, yani bizimkilerin bulunduğu saatli kale arkasına yöneliyoruz. Ortalık ana baba günü. Bir telaş, bir karmaşa yaşanıyor ki sormayın. Kapıya yaklaşmak mümkün değil. Hoş, içeriye girsek bile oturacak yer bulacağımız da şüpheli. Çaresiz rotamızı, rakip takım seyircilerinin bulunduğu kapılardan birine çeviriyoruz. Hiç beklemeden rahatlıkla içeriye giriyor, tribünde kendimize güzel bir yer ayarlıyoruz. Kısa sürede stadın neredeyse tamamı doluyor. Ne maç olacak ama. Mevsim bahara soyunmuş. Yakmayan bir güneş insanın içini ısıtıyor. Yer gök kırmızı siyah bayraklarla donatılmış. Kaderin cilvesine bakın, her iki takımın renkleri aynı olmakla birlikte, şehirleri, sloganları, tribünleri farklı. Ne yazık ki arkadaşımla ben, bu tribünde olmaması gereken iki aykırı seyirciyiz o an. Doksan dakikalığına da olsa bedenleriyle yürekleri birbirinden ayrı düşmüş, tedirgin ve ürkek iki seyirci.

#

Konfetiler, bayraklar, pankartlar, davullar ortalık tam bir bayram yeri. Atılan sloganlarla havaya giren iki takım seyircisi patlamaya hazır mayına dönmüş. Herkes burnundan soluyan İspanyol boğalarını andırıyor. Amigo Orhan bir yolunu bulup sahaya inmiş. "Es es es, ki ki ki, eski eski es" nakaratıyla ortalığı renklendirmeye, laf aramızda biraz da kızıştırmaya çalışıyor. Karşı tribünler anında yanıtlıyor bizimkileri. "Gençler, gençler". Derken maestromuz görevlilerce, alkış ve yuuuh sesleri arasında yaka paça sahadan çıkarılıyor. Ama amigo Orhan bu, pes eder mi hiç! Biraz sonra bizimki kapalı tribünün çatısında alıyor soluğu. Kaldığı yerden seyirciyi ateşlemeye devam ediyor. Tabii alkış ve yuuuh sesleri birbirine dolanıyor yeniden. Şimdi düşünüyorum da Amigo Orhan'ın çabaları, tribünlerin ilgiyle karışık tepkisi, yaşanmaya değer hoşluklarmış. Sanırım benim gibi birçok insan, her iki tarafın takımlarını centilmence desteğini, birbirlerine zerafet sınırını zorlamayan takılmaları hala gülümseyerek anımsıyor olmalı. Sonunda, hakemin başlama düdüğüyle birlikte ortalık biraz yatışıyor. Gıkımızı çıkarmadan uslu uslu maçımızı seyretmeye koyuluyoruz. En ufak falsoda tartaklanacağımız, hatta elden ele nakliyatla tribünden indirileceğimiz kesin. Derken bizim takım bir gol atmaz mı! Biran kendimize hakim olamayıp yerimizden fırlıyoruz. "Gooool" Şimşek hızıyla beliren düşünceyle anında kendime geliyorum. Ateş basıyor tüm vücudumu. Soğuk, soğuk terliyorum. "Biz kendi tribünümüzde değiliz ki!" Hemen arkadaşımı dürtüp, ağzımızdan kaçan sözcükleri ters yüz etmeye çalışıyoruz. "Yuuh kova kaleci. Ulan bu golde yenir mi be!" Dışımız böyle söylüyor ama yüreğimizin sevinçten yerinde duramadığı kesin. Neyse, bu kritik durumu kazasız belasız atlatışın ardından maçı daha bir keyifli izliyoruz. Hatta devre arasında karşı takımın taraftarlarıyla maç kritiğine bile girişiyoruz. Sizin anlayacağınız pek istemesek de "tribüne oynamak" zorunda kalıyoruz. Sonuç ne mi oluyor? İkinci yarı bir gol de onlar atıyor, maç 1-1 sonuçlanıyor. Yediğimiz gole de yeterince üzüldüğümüzü söyleyemem. Yalnız, arkadaşımın tükettiği sigara sayısındaki anormal artışın altını çizmeme bilmem gerek var mı! Ne zaman konu futboldan açılsa aklıma hep bu maç gelir. O gün yaşadığımız keyifli sıkıntıyı biraz da utanarak anlatmadan edemem. Her şeye rağmen biz o tribüne gitmemeliydik derim kendime. Taraftarlığımızı gizlemeye, onlardan biriymiş gibi davranmaya, kısacası, masum sahtekarlığa hiç gerek yoktu. Utancım, pişmanlığım biraz da bundandır.

#

Televizyonda harika bir film yakaladım geçenlerde. "Machunga". Cin gibi bir çocuğun gözünden Şili'deki acılı dönem, çarpıcı bir dille anlatılıyor. Alabildiğine iyi örülmüş senaryonun yanı sıra nefis görüntüler, enfes müzikler filmi daha bir etkileyici kılıyor. Size filmi anlatacak değilim. Yalnızca beni çok etkileyen bir olay var ki onu sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim.

Machunga'nın yerli kökenli arkadaşı, babası, ablası ve yakınları yoksul bir hayat sürmektedir. Taşımacılıkla uğraşan ailenin, kazanç yollarından birisi de göstericilere bayrak ve benzeri malzemeler satmaktır. Külüstür kamyonetlerinin arkası düzenli bir biçimde yerleştirdikleri bayraklar, şapkalar, rozetler, flamalarla doludur. O gün hangi partinin gösterisi varsa onlarınki sergiye çıkarılır, yürüyüşçülere pazarlanır. Bazı günler aynı anda birden fazla gösteri olduğunda, aralarında iş bölümü yapılır. Önemli olan satışların aksamadan sürmesidir. Kaldı ki onların da kendilerini daha yakın hissettikleri bir parti vardır. Ama ticarette renk vermemek esastır. Polisten dayak da yeseler, göstericilerden azar da işitseler, tanıdıkları bazı yüzleri, hiç beklemedikleri bir grubun içinde yürürken de görseler tanımazdan gelmeleri gerekir. Bu gibi durumlarda, ekmek parası peşinde koşanların, bir gözü görmemeli, bir kulağı duymamalıdır.

#

Birbiriyle ilintisiz gibi görünen bu iki olayı şöyle bir harmanlamaya ne dersiniz? Bu hayali buluşma sonrası elde edilecek bazı görüntüler, bakalım size de bir şeyler çağrıştıracak mı? Malum, günümüzde hemen her şey televizyon aracılığıyla evlerimizin içine süzülüverir. Belgeseller, magazinler, spor karşılaşmaları, yürüyüşler, gösteriler, protestolar, naklen savaşlar, dernek, vakıf, oda, siyasi parti etkinlikleri, seçimler, seçimlerde meydanları, salonları, tribünleri dolduran yığınlar... Listeyi daha da uzatmak mümkün. Her şey ayan beyan gözümüzün önünde gelişir. İşte bu yürüyüş ya da toplantılarda boy gösteren bazı tipler, insana tanıdık, tanıdık bakar sanki. Belleğinizi biraz zorladığınızda, bu tanışıklığın nereden kaynaklandığını bulmakta gecikmezsiniz. Çünkü onlar, ön safların değişmez kahramanlarıdır(!). Salonların, tribünlerin en manzaralı yerlerine, havalı ve mağrur edayla hep onlar kurulur. Değme oyunculardan çok daha iyi poz kesmekte üstlerine yoktur. Göz önünde olmaları bir yana nedense, girdikleri gurupların tepe noktalarında hep onların adına rastlanır. İşin garip tarafı son bulunduğu yerle bir önceki arasında en ufak bir ilintinin olmayışıdır. Yarın ne mi olur? Bir başka değer yükselişe geçer, rüzgar başka bir yönden eser, o malum yüzler, yüz metre seçmelerine katılan atletler misali canını dişine takar, orada da ön saftaki yerini alır. Sadece onlar mı? Yooo. Her yıl takım değiştiren ünlü futbolcular, bol bol sevgili değiştiren oyuncular, mankenler, sosyete özentileri, paralı kanal peşinde koşuşturan spikerler, yo(ğu)rumcular, dizi yapımcıları... Herkes birbirine benzemek için amansız bir yarışın içindedir. Bayraklar, partiler, rozetler, kanallar, logolar, dekorlar, patronlar, takımlar, sloganlar akla gelebilecek her şey, hatta zaman bile değişse de, o malum yüzler asla değişmez. Her an, her türlü olasılığa da önceden hazırlıklıdırlar. Her bir son(uç) onlar için yeni bir fırsattır. Çünkü sadece başlangıçlarla ilgilidirler. Önemli olan, paranın, şöhretin, özellikle de gücün uzağına düşmemek, ön safların vazgeçilmezi olabilmektir. Hacıyatmaz gibi hep ayakta kalmanın inceliklerini(!) çok iyi bildikleri, sürekli gündemde kalmayı becerdikleri için hayranları, daha da kötüsü kopyaları çığ gibi artmaktadır. Su almaya başladığında ise, gemiyi, pardon partiyi, gurubu, takımı, tivi kanalını ya da sevgiliyi ilk onlar terk eder. Bayrakları, rozetleri, flamaları, sloganları, istifaları, sözleşmeleri, sevgilileri her zaman tam tekmil olsun isterler. Birisi eksildiğinde yada çaptan düştüğünde yedeği sotada hazır bekler. Yağmuru bile beklemeden mantar gibi yerden biter, boşluğu anında dolduruverir. Hadi filmdeki kahramanların uğraşı ekmek kavgasıdır. Bizimkiyse maç sevdası. Bir yere kadar hoş görülebilir. Ya şu ön safları, tepe noktaları kimselere bırakmayan yüz(süz)lere ne demeli? Her dönem güçlü olabilmek için onlar gibi, ille de rüzgarını bekleyen fırıldaklara mı dönmek gerekir? İnsan, evrensel değerlere tutunarak da ayakta duramaz, yere sağlam basamaz, geleceğe doğru emin adımlarla yürüyemez mi?

Aldırma tüm bu anlattıklarıma sevgili arkadaşım. Benim ki, yokluğunu hala içime sindiremediğim eskimeyen bir dostla yaptığım yarenliği okuyanlarla paylaşmak sadece. Sen yeter ki huzur içinde uyu. Sakın beni merak etme. Arkadaşın o günden sonra, yabancı tribünlerde oturma yanılgısına düşmedi. Ürkek, çekingen seyirci ayıbını, tribünlere oynama kolaycılığıyla geçiştirmek zorunda kalmadı. Seni yitirdikten sonra, o kadar istemesine rağmen, Eskişehirspor'un maçlarına gitmeyi de hiç mi hiç düşünmedi.

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı 88


YATAĞINI ARAYAN SULAR

"Aah nerede o eski ustalar. Nerede o zanaat abideleri. Onları anımsamamak elde mi? Hele de şimdiki zamaneleri gördükten sonra. İki, bilemedin üç gün usta yanında çalıştılar mı ne bildim delisi oluveriyor şimdikiler. Ustanın olurunu almakmış, peştamal kuşanmakmış, zanaatın inceliklerini öğrenmekmiş hak getire. Açıyorlar dükkanı. Atıyorlar içine birkaç alet. Kapıya da astılar mı en havalısından usta levhasını, iş tamam. Bir gelen bir daha gelmezmiş, tamir edeyim derken daha da bozarmış, yediği küfürlerden ailece nasiplenirlermiş umurlarında mı?"

Her yağmur sonrası nedense hep bunları düşünürüm. Noktası noktasına bunlar düşer aklıma. Ne eksik ne fazla. Nasıl düşünmem ki? Gel de o zanaatkarları saygıyla anma. O ne estetikti, o ne eğim veriş, yön bulduruştu öyle. Eskiden bir fincan yağmur yağsa, sular kimseye adres bile sormadan kitabını arayan bilgi, annesini arayan yavru gibi gelir beni bulurdu. Şimdilerde öylemi ya? Kovalarla, fıçılarla yağmur yağsa, birkaç damlası, şaşkın ördek gibi yalpalamadan bana ulaşabilirse ne büyük mutluluk.

Bana kalırsa her şey asfalt denen esmerin çıkışıyla bozulmaya başladı. Tıpkı tüfeğin icadıyla bir şeylerin bozulması gibi. O güzelim Arnavut kaldırımlı, paket taşlı sanat harikası yollar, ne oldu da gecelerin siyah örtüsünden daha da ürkütücü asfalt denen makyaja yenik düştü. Eskileri silmeye çalışan bir senaryonun dramatik sahnelerinden birisi mi yazılıyordu yoksa? Yaşanmışlığın ayak izleri, neden el, ayak ve gözler uykuya çekildikten sonra, gecenin sessiz hüznünde yok edilmeye çalışılıyordu? Bu oldu bittiye ay ışığı sevdalıları da tanıktır elbet. Kim bilir neler görmüştü o yollar, sokaklar. Ne sırlar taşırdı her bir parçasında, taşında? Rahibeler gibi tepeden tırnağa siyahlara büründürülmüşlerdi nedense. Acaba gizli bir matem mi vardı bizim bilmediğimiz? Her ne olduysa oldu, o güzellikler tarih sahnesinden sessiz sedasız(!) çekilip gittiler.

Bazen onarım sırasında zorla eskitilmiş yüzlü, paket taşı dostlarımız gün ışığıyla buluştuğunda, içimizi tarifsiz bir heyecan kaplar. Her bir yanımız sıcak, iğrenç kokulu mıcırla tekrar örtülünceye değin eski dostlarla sessizce söyleşmek, özlem gidermek isteğiyle yanar tutuşuruz. Ama ne yazık ki her seferinde de bu masum hevesimiz kursağımıza tıkılır kalır. İşte ne olursa ondan sonra olur. Sözüm ona onarılan yerler tekrar bozulmasın diye yığarlar malzemeyi bağrımıza, sonra da silindirle bir güzel inletirler. Bir de bakarsınız, en güzel malzeme ve modern aletlerle inişli çıkışlı ay yüzeyi benzeri eserler oluşturmayı becerivermiş(!) bizim asri zaman zanaatkarları. Bu kadarına da pes doğrusu.

Sonunda, olan yine bize olur. O günden sonra yağmurla aramızda sonsuza kadar sürecek bir özlem, hüzün ve işkence yaşanır. O bana hasret, ben de ona. Etrafımızı Çin Seddi gibi çevreleyen, kara asfalt tepecikler birer kara çalıdır adeta... Bizim dışımızda daha birçok sevdalı da, sanattan nasibini alamamış estetik yoksunu zanaatkarlar yüzünden birbirine kavuşamayan aşıkları oynamak zorunda bırakılır. Suların ortasında ada gibi aylak aylak dinelip durmak öylesine utanç vericidir ki anlatamam. Oysa ben, kendi halinde yaşayan bir su gideriyim. Tek amacım göllere, denizlere, okyanuslara kavuşma özlemiyle yanıp tutuşan sulara yardımcı olmak, onlara yol göstermek, yataklarını bulmalarını sağlamak. Aaah, eski ustaların yaptığı güzelim yolları irili ufaklı tepeciklerle süsleyenler(!) yetmiyormuş gibi, bir de plastik denen o sırnaşık vıcıklar yok mu? Hani şu geç bulup da çabuk kaybedemediklerimiz... Hani başımıza bu belayı saranların en uzak akrabalarına bile rahmet okutan, doğa'nın midesine taş gibi oturup, yıllarca geviş getirse de sindiremediği yapışkan belalar. Bütün terslikler yetmiyormuş gibi bir de o öğütülme özürlü yüzsüzler gelip deliklerimi tıkamıyorlar mı? İşte o an boğazımın sıkıldığını hissediyorum. Ruhum daralıyor, havasızlıktan boğuluyorum adeta. Çaresizliğime yanıyor, için için ağlıyorum.

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 46


RUHLAR GERİDE KALDI

Aborjinlere ve Kızılderililere ...

Anı deyince insanın aklına, çocukla ilgili olanlar geliverir nedense. Onlarda bir türlü çocukluklarını üzerlerinden atamazlar sanırım. "Ah bir sabah olsa da doya doya oynasam", "Ah bir bayram gelse de bizimkiler bana güzel bir şeyler alsalar, el öpsem, çok para toplasam, bol bol tatlı yesem". Yakınlarımızdan birilerini özlediğimizde, -ki bu genellikle büyükanne, büyükbaba, ya da sevgili kuzenlerden biri olur-, "Ah bir okullar kapansa da İzmit'e gitsem, doyasıya özlem gidersem." Hele de "kavak yeli" mevsimi geldiğinde özlemler, beklenenler, beklentiler daha bir kıpır kıpırdır. Ele avuca sığmaz, yüreklerden taşar. Okul çıkışları iple çekilir, sinemaların 14.30 seansları sabırsızlıkla beklenir, istasyon caddesindeki akşamüstü yürüyüşleri düşlenir. "Ah bir karşıma çıkıverse..." Oysa karşımıza çıksa da pek bir şeylerin değişeceği yoktur. Umutlar hep gelecek zamana taşınır, gelecek zamanda yaşar. Ah bir Cumartesi olsa, ah bir tatil gelse, ah bir okul bitse, ah bir ...

Zamana karşı girişilen her defasında da zamanın kazandığı bu amansız ve anlamsız kapışmalar, yaşadığımız sürece kılıktan kılığa girerek sürer gider. "Bir büyüsem...", büyürüz. "Bir sınıfı geçsem...", geçeriz. "Bir askere gitsem, bir teskere alsam", alırız. "Ah bir Leyla'mı bulsam, onunla mutlu bir yuva kursam, sonra da çocuklarımız olsa", buluruz, evleniriz, çocuklarımız olur. Dileklerimiz bunlarla bitmez tabii. Başımızı sokacak bir ev, ayağımızı yerden kesecek bir araba, çadırdan hallice bir yazlık gelir. Ikına sıkına borçlar ödenir. Bu kez gözler daha iyilerine, daha havalılarına dikilir. Daha iyi semtte bir ev, daha dikkat çekici bir araba. Tabii bu arada çocuklarda büyümektedir. Onları daha seçkin okullarda okutmalar, dil, müzik, dans, spor kurslarına göndermeler, yeni borçlar, yeni ödemeler, önüne geçilmez yarışlar, hırslar, daha iyi, daha daha iyi, en iyi, en mükemmeli benim olsun tutsaklığı. Yitirilen zamanlar, yitirilen zamanlara ödenen diyetler. Bir de bakarız, takvimler bizim son göz attığımız yıllara öylesine yabancılaşmış ki, ortak bir dilde, ortak bir zamanda buluşmak mümkün değil. Öyle bir akıntıya, öyle bir hay huya kaptırmışız ki kendimizi aynadaki "ben"le aramıza sır girmiş, tanımayacak kadar birbirimize yabancılaşmışız.

İşin en ilginç yanı, içinde yaşarken bir an önce geçmesini iple çektiğimiz o yıllar, daha sonraki dost sohbetlerinin vazgeçilmez konularından biri olup karşımıza çıkıverir. "Ah, nerede o günler. Neydi o okul, gençlik, askerlik yılları. Bir türlü açılamadığın Belgin Doruk yüzlü kızı hatırlıyor musun? Hani bir matematikçimiz vardı, vurdu mu ayakları yerden kesen, ya da ne alem adamdı şu bizim binbaşı" yla başlayan sayısız an'lar, anılar... Bir yanıyla bizi geleceğe, diğer yanıyla geçmişe bağlayan hamak, Fuko Sarkacı'na inat, keyiflice sallanır durur.

Kendi kendimize uyguladığımız bu amansız, amansızdan da öte güler yüzlü işkence yöntemine şu ilginç örnek "dur", diyebilir, hızla akıp giden yitik zamanları ara sıra bize anımsatabilir mi acaba?

Bir kızılderili kabilesinin ileri gelenleri, "Uyandığımızda güneş bir mızrak yükselmiş olsa bile çok şey yitirmiş olabiliriz." (*) düşüncesinden hareketle erkenden kalkıp yola koyulmuş. Tempolu, uzunca bir yürüyüşün ardından, uçsuz bucaksız bir düzlüğün ortasına geldiklerinde reisin ani bir el hareketiyle durmuşlar, ardından da dairesel biçimde oturmuşlar. Ardından beş dakika geçmiş, hiçbirinde ses yok, on dakika, yarım saat, bir saat geçmiş, yine kimsede ses yok. Sessiz bekleyiş sürüyor. Bu duruma anlam veremeyen aralarındaki tek soluk benizli dayanamamış sormuş; "Niçin oturuyoruz büyük reis, birini mi bekliyoruz? " Reis, meraklı beyazın sorusuna gülümseyen gözler, anlamlı sözlerle şu kısa yanıtı vermiş: "Öyle hızlı yol aldık ki ruhlarımız çok geride kaldı. Onların bize yetişmesini bekliyoruz!"

Her çağın, her toplumun, her grubun, her insanın, yaşam ritminin, yaşamdan beklentilerinin farklı olması doğaldır. Sanırım sorun, ihtiraslı atların çektiği tutku arabasında güzel güzel yol alırken, "hırs gazı'nı nerede kesip nerede vereceğimizi kestirememekte yatıyor. Hız sınırını zorlayanların, sık sık aşanların

zamanı birebir yakalaması, çevresindeki güzellikleri görmesi, algılaması, ayrıntıları yakalaması, özümsemesi mümkün mü? Gözü kapalılıktan ne farkı var? Hele de direksiyon başındakilerin. Her şey bulanık, her şey hayal meyal... Böylesine bir karmaşa, böylesine bir hay huy içinde hayalleri yakalamak, algılamak, anlamlandırmak, ete kemiğe bürümek daha zor olmaz mı? Yaşanmış zaman ve mekanları da geriye sarma olanağı olmadığına göre sanırım elde tek seçenek kalıyor. Yaşama asılmak, her şeye, her güzelliğe sıkı sıkıya sarılmak. "An"ı sonuna sonuna kadar yaşamak. Hem de yudum yudum, tadını çıkara çıkara. Önüne geçilmez bir iştahla zamanı hovardaca harcamaya, yaşamaktan öte tüketmeye bir son vermek, Planları hep uzak gelecek üzerine oturtma, hep yarınlara erteleme alışkanlığından bir an önce sıyrılmak, bu amansız hastalıktan, hastalıklı düşünceden arınmak.

Kızılderili dostlarımız gibi, Ruhlarımız, bizi biz yapan, bizi insan yapan değerlerimiz peşimizden geliyorlar mı acaba?" diye arada bir geriye dönüp bakmakta sanırız sayısız yarar var. Ara ara çok uzak ve çok derinden de gelse ruhlarımızın ayak seslerini asla yitirmemeli insan.Asıl zenginliğimizi oluşturan duygularımız, duyarlılıklarımız, inceliklerimiz, erdemlerimiz, sevgilerimiz, dostluklarımız olmaksızın, sahip olduklarımızın, şatafatlı evlerin, göz alıcı eşyaların, toplumsal statümüzün garantörü arabaların, kimsenin karşı duramayacağını sandığımız parasal gücümüzün, yaşamda atladığımız, "eksik" bıraktığımız renklerin yerini doldurması, "eksik" tatların yerini alması mümkün mü? Hırslarımızla, besleyip azmanlaştırdığımız, kutsal değerlerimizi kurban olarak cömertçe sunduğumuz, kişiliğimizde iyileşmeyecek yaralar açtığımız, uğruna ederinden çok daha fazla diyetler ödediğimiz "şımarık" ve sanal güçlerimiz(!) tek başına ne işe yarar acaba? Yaşama olduğumuz günü "dün" olmadan yakalamamıza bir yardımı olabilir mi? Öncelikle kendimizle, sonra da yakın çevremizle, giderek toplumumuzla, çağımızla daha barışık, daha dingin, daha huzurlu yaşamamıza en ufak bir katkı koyabilir mi?

"İncelikli şeyleri durup düşünmeye vakti (**), incelikli şeylere kafa yormaya zamanı olmayanların; çoğu gerilerde kalmış, belki unutulmuş, bu yüzden de ayrı düştüğü bedenine yabancılaşmış ruhlarına saygısı, vefası, onları beklemeye sabrı olabilir mi acaba !?

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 65

(*) Kızılderili sözü

(**) Gülten Akın'ın bir dizesinden esinlenerek


MUTLULUĞUN RENGİ MAVİ (*)

Işıl Üreyen'e...

Deniz kıyısında doğmuş, dalgaların, martıların, takaların sesleriyle büyümüş bir insanın öyküsüdür bu. Karadeniz kıyısında, yeşille mavinin oynaştığı cennet köşede yaşamak oldum olası ona mutluluktan çok acı vermiştir. Oysa herkesin imreneceği bir doğa harikasında yaşıyordur, ama hiç kimsenin imrenmeyeceği bir çift gözle bakıyordur dünyaya; bir çift puslu, bulanık bilyeyle.

Kendini bildi bileli gözlük takar. Hem de ne gözlük; tam yirmi sekiz buçuk numara. Camları cam değil şişenin dibi gibidir sanki. Gittikçe de büyümektedir. Seslerini çok iyi duyduğu, varlıklarını çok iyi duyumsadığı, ama ne yazık ki kalın bir sis perdesinin ardından izlemek zorunda kaldığı denizin, martıların, balıkların, yemyeşil dağların, kuşların, çiçeklerin, en acısı da sevdiği yüzlerin özlemiyle büyüyüp serpilmiş, gelin olacak çağa gelmiştir.

Sonunda uygun talibi çıkar, evlenir. Kendince düzenlediği bir yuvası olmuş, elindeki tüm sevgileri kocasına ve çocuklarına sunmakta asla cimri davranmamıştır. Onun da cennet içinde bir cenneti vardır artık. Yürek gözüyle seyreylediği minicik bir cennet...

Bu böyle sürüp gitmez elbet. Gün gelir, yaşama böylesine inatla tutunmaya çalışan insanları birileri mutlaka fark eder. Her şeyi daha ciddiye alan, hayatı adeta bir kuyumcu titizliğiyle işleyen, kendileri dışında bir takım insanların da varlığının farkında olan, dünyayı daha bir yaşanılası kılan o duyarlı insanlar, sayıları çok olmasa da henüz tükenmemişlerdir. Yeter ki eller ellere, gözler gözlere, yürekler yüreklere eklenmekte gecikmesin. Hem, yirmi birinci yüzyıla adım atmanın şımarıklığıyla karışık şişinme evresini yaşayan insanlık, yeni yeni buluşlara imza atan tıp dünyası, görünümü küçük, işlevi büyük iki bulanık göze çare mi bulamaz?

Sıra birinin kolları sıvamasına gelmiştir. İşte tam o sırada "abla" çıkar sahneye. O zaten olayı yıllardır izlemekte, uygun zamanı kollamaktadır. İşe, yakın çevrenin nabızlarından başlanır. Gerekli olurların ardından hastaneyle, doktorlarla görüşülür. Durum apaçık anlatılmış, her türlü destek sağlanmıştır. Ameliyat günü belirlenmiş, yatak ayarlanmış, gerekli malzemeler alınmış, hastanede yattığı sürece geceleri eşlik edecekler bile çözümlenmiştir. Nihayet ameliyat günü gelir. Başarılı bir operasyon, birkaç gün hastane, birkaç gün de ablanın evinde dinlenmenin ardından kahramanımızın, köyüne gitmek için sabırsızlandığı gözden kaçmaz. Kocasını, çocuklarını, Ablayı, bazı yakınlarını dünya gözüyle, hem de ayan beyan görmüş, onları bir güzel kucaklamıştır. Şimdi sırada evi vardır, cenneti onu beklemektedir.

Doluşurlar ablanın süreceği arabaya. Bir türlü bastıramadığı, hatta gittikçe artan heyecanla yola koyulurlar. Her baktığı, her gördüğü şey onun için ilktir sanki. Gözlerinin varlığını kavramakta, doyasıya keyfini çıkarmaktadır. Yolculuk, ilk kez çıkılan bir keşif serüveni coşkusuyla akıp gitmektedir. Yolun kıyıyla buluştuğu, kıyının denizle koklaştığı kumsala geldiklerinde dayanamaz, seslenir. "Abla biraz durabilir misin?"

Birkaç adım sonrası denizdir. Güneş alabildiğine parlak, gök alabildiğine mavi, deniz alabildiğine berraktır o gün. Yirmi yedi numara camlardan kurtulan genç kadının yeni doğmuş gözlerle doğaya, yıllardır yaşadığı yerlere hüzün çeşnili sevinç dolu bakışlarıdır bunlar. Karşıdan görünen köyüne, yemyeşil dağlarına, bulutsuz göğüne, uçsuz bucaksız denizine bakar, bakar... Gözleri bir noktaya kilitlenir adeta, sessizleşir, bir heykel gibi öylece kalakalır. Kim bilir hangi düşüncenin peşine takılıp gitmiştir? Büyük bir mücadele sonrası gözlerini, hayranlıkla seyrettiği denizden koparışının ardından, onu mutlulukla izleyen ablaya döner. Yüzünde, özellikle de gözlerinde binlerce teşekkür uçuşmaktadır. Yoğun ve tarifsiz duygular içinde olduğu, onları bir an önce paylaşmak için sabırsızlandığı her halinden bellidir. Bu arada ağzından usulca şu sözcükler dökülüverir. "Dünya bu kadar güzel miymiş be abla? Dağlarda ne çok yeşil, deniz de ne çok mavi varmış. Deniz analarını bile gördüm." Heyecanlıdır. Bedeni duygularına dar gelmektedir. Daha söyleyeceği çok şey vardır ama kısa kesmeyi yeğler, susar. Yalnız dilinin ucundaki eğreti oturuşlu birkaç sözcüğü söyleyip söylememenin ağırlığına daha fazla dayanamaz. Yıllardır, bir tutsak gibi gözlerinde sakladığı birkaç damla gözyaşı, utangaç duygular eşliğinde özgürlüğe yelken açmış, pembe köpüklü dalgalar gibi yüzüne yayılıverir.

"Abla be biliyor musun, beyimin masmavi gözleri varmış, hem de boncuk mavisi..."

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı 62 (*) Bu öykünün devamı, İstanbul'da yaşamakta olan kahramanlarınca yazılmaktadır.


DOKUZUNCU KİREMİT

Dünyayı cehenneme çeviren savaş yeni bitmişti. Dökülen kanlar soğumamış, akan gözyaşları kurumamış, yaralar henüz sarılamamıştı. Onca yoksulluğun kol gezdiği bir ortamda insanların oyuncak moyuncak gibi şeylere para ayırması da düşünülemezdi elbet. Bizim gibi savaş sonrası "patlama kuşağı çocukları" nın(*) birçok şeyde olduğu gibi oyuncak edinme düşleri de güdük kalmış, prematüre doğmuştu. Hoş, bilinmeyenin hayali de nasıl kurulabilirdi ki zaten. Bu yüzden iş başa düşer, "alma" hayali yerini "yapma" gerçeğine bırakıverirdi. Zaman zaman büyüklerden destek almakla birlikte, becerilerimizle zengin düş dünyamız el ele verir, oyuncaklarımızı kendimiz yapmaya girişirdik. Bitirince de keyiflice karşısına geçer, bir güzel seyrederdik. Hatta günlük hayatta kullanılan öyle şeyler vardı ki, esas görevlerini tamamladıktan sonra, biz küçükler için oyuncaklık angaryasını da rahatlıkla üstlenebilirlerdi. Ya da kafayı hep buna yorduğumuz için bize öyle gelirdi. Örneğin şişe kapakları, makaralar, kibrit- sigara- ilaç kutuları, çelik bilyeler, aşık kemikleri, topuk lastikleri, çelik çemberler, teller, renk renk cam kırıkları, kum, toprak, çamur türünden ne aklınıza gelirse, bizim için birer potansiyel oyuncaktılar. Saydıklarımın çoğu, hem de hiç uğraştırmadan kendilerini güvenilir, dost ellerimize teslim ediverirlerdi. En saf, en dost, en sevgi dolu halleriyle fırın olurlardı, araba, kamyon, heykel, tiren katarı olurlardı. Kim bilir bu arada elimizden neler çekerdi zavallıcıklar. Eğlendiğimiz yetmiyormuş gibi, onlar için arada bir de olsa aramızda kıyasıya paylaşım kavgalarına girişebilir, hırsımızı yine onlardan çıkarabilir, öfkemizi onlara kusabilirdik

#

Ebe, bizim takımdan birini oyun dışına itebilmek için, en sıkısından bir atışla topu bize doğru savurmuştu. O şaşkın da hiç kimseye değmeden, alıp başını yıldızlara gitmişti sanki. O zamanlar yıldızlar bize daha mı yakındı ne! İşte tam sırasıydı. Fırladım. Yerdeki kiremit parçasını kaptığım gibi doğru kaleye. Hedefe vardığımda dilim ağzıma, can kuşum kafesine sığmıyordu. Ellerim, daha doğrusu bütün vücudum, rüzgardan ödü kopan güz yaprağı gibi titriyordu adeta. Şimdi işin en zorlu kısmındaydı sıra. Elimdeki nadide varlığı, büyük çabalarla üst üste koyduğumuz diğer sekizinin üstüne, onları incitmeden bırakıvermeliydim. "Dikkatli olmalıyım, yoksa bir anda takımımın bütün çabaları boşa gider, sonra n'aparım." diyordum içimden. Tedirgindim, korkuyordum. Ama dokuz numaralı sonuncu kiremit parçası da en üstteki yerini alıp kulemiz tamamlandığında çocuk seslerimiz bir anda sokağımızı dolduruvermişti. İşte o an derin bir ohhh çekmiş, rahatlamıştım. Araç gürültüleri, egzoz kokuları yollarımızı,özellikle de seslerimizi ele geçirememişti henüz. Cıvıltılarımız daha bir gür, coşkularımız daha bir özgürdü. Başarmıştık işte. Sonunda bu oyunu da biz kazanmıştık. Sanki dünyalar bizimdi. Sevinçliydik. Bir çok şeyde olduğu gibi sevinçlerimiz de daha bir yerliydi o günlerde. Öyle yabancılar gibi ellerimizi, sırayla bütün takım arkadaşlarımızın elleriyle şımarıkça buluşturmaz, zaferlerimizi, yeteneksiz karga yavrularınca bestelenmiş "çaaak" larla görselleştirmezdik. Keşke daha sonraları gireceğimiz bütün oyunlar da böylesine çocuksu kalsaydı; hem eğlenseydik, hem de damıtılmış mutlulukların keyfini doyasıya çıkarsaydık.

#

Gördüğünüz gibi oyuncaklarımız gibi oyunlarımız da çok naifti o zamanlar. Sokak oyunları içinde en alçak gönüllülerinden birisi olduğu için çoğunlukla onu, dokuz kiremidi seçerdik. Bu oyunu sizler de oynamış, oynamasanız da keyfini çıkaran birilerinden işitmiş olabilirsiniz. Sekiz on kişiye varan gruplar için seçilecek en keyifli oyunlardan birisidir dokuz kiremit. Takım ruhunu, yardımlaşmayı geliştirir. Dikkate, el becerisine katkısı büyüktür. Tabii, oyunun sonunda kazanan tarafın kaybeden tarafı biraz da abartılı kızdırmalarına karşı sabır, sinir mekanizmasını çelikleştirmeye iyi gelir. Yeni bir oyuna kışkırtmak gibi hınzır yanına da katlanmak ayrı bir erdemdir. İşler yolunda gitmediğinde ise sorunlarla nasıl baş edeceğimizin uygulamalı ilk sokak örneklerindendir. Böylesine her derde devalığından da öte oyun için gerekli malzemenin bulunma kolaylığı, oyunu cazip kılan yanlarından birisi, belki de en önemlisidir. Laf aramızda çok sevdiğim dokuz kiremidi biraz abarttım mı ne...

#

Gelelim oyunumuza... Öncelikle, el büyüklüğünde dokuz tane kiremit parçası bulmamız gerekir. Yalnız bu kiremitler bildiğimiz kiremitlerden değildir. Düzgün yüzeyli, oluk görünümlüdür. Marsilya kiremidi mi ne işte onlardan. Kiremit bulmak da zorlanıldığında, alçak çatıların birinden, çaktırmadan(!) bir iki tanesini yumuşak inişle yere konuşlandırıp anında parçalamak sorunu çözümleyecektir. O da olmadı, çok ince yassı taşlar-kaydırak- aynı işi görecektir. Harcıalem bir de top denkleştirdiniz ya da kendi olanaklarınızla imal ettiniz miydi alın size dokuz kiremit...

Öncelikle parmakla saymaca, adımlaşma gibi bildik yöntemler uygulanarak iki takım oluşturulur. Ebe olan grup, dokuz kiremitli kalenin etrafına halkalanır. Oyuna, ebe olan gruptan birinin kaleye top atışıyla başlanır. Önemli olan üst üste dizili kiremitlerden çoğunu yere düşürerek, diğer takımın işini olabildiğince zorlaştırmaktır. Ondan sonra da oyun, "tavşan kaç, tazı tut" a dönüşür, vurmalar vurulmalarla iyiden iyiye kızışır. Sonunda ya kiremitler büyük uğraşlarla üst üste konarak, ilk konumuna getirilir ya da ebe olan grup, diğerlerini top aracılığıyla teker teker vurarak, oyun dışına iter. Bunun anlamı, yeni oyunda avcılar av, avlar da avcı olacak demektir. Oyun da böyle değişimli, eğlenceli, özellikle de kızdırmalı bir havada sürer gider...

#

Çocukluğumuzun oyunları gibi kurallara pek saygılı davranılmasa da, sıralamalara pek uyulmasa da yaşamımızın hemen her döneminde av ya da avcı rolüne soyun-durul-duğumuz durumlar çok olmuştur. Tüm zorluklara rağmen, canımızı dişimize takarak, arayıp bulduğumuz kiremitleri özenle üst üste koymayı yine de sabırla sürdürmüşüzdür. Herkese göre öncelikler, sıralamalar ufak tefek farklılıklar gösterse de bu amansız uğraşlar sonuçta aynı potada buluşmadan edemez. Yılların yıllara eklendiği eğitimler, sınavlar sonrası aldığımız diplomalar biiir der koyarız, dürüstlük, güven, erdem ikiii der koyarız, ülke, insan, çevre sevgisi üüüüç der koyarız, çalışmak,üretmek dööört der koyarız, güzellikleri, dostlukları, mutlulukları, hüzünleri, sevinçleri bölüşmek beeeş der koyarız.... Her koyduğumuz kiremitle birlikte sürekli yükselir kulemiz, sekizinci kiremide gelene kadar da bu böyle sürüüüp gider. Fakat o da ne?! Dokuzuncu kiremidi koydunsa bul, bulabilene aşk olsun. Meğer; "eşeğin büyüğü ahırdaymış da haberimiz yokmuş !"(**)

Yaşamımızın geride kalan uzunca bir bölümü, sonuncu kiremidi aramakla geçer; 'dokuzuncu kiremit' kaderimiz olur adeta. Bazen tam "buldum" sanısıyla elimizi uzatır, aradığımızın o olmadığı gerçeğiyle yüzleştiğimizde de bütün hevesimiz kursağımızda kalır, dünyamız kararıverir. Acımasız oyun, her seferinde bizi biraz daha umuttan uzaklaştırır, umarsızlığın kollarına iter. Bin bir emekle, zorluklarla yükselttiğimiz, yücelttiğimiz fildişi, pardon kiremit kulemizden gözümüzü bir an olsun ayırmaya da hiç gelmez. Zaman mı, doğa mı, canlılar mıdır acımasız olan, yoksa bizler mi bil(e)mem ama, gün gelir, niçin, ne zaman, kim-ler- tarafından çıkarılacağı pek de kestirilemeyen fırtınalar, boranlar, tipiler, sevgili kulemizi bir anda yerle bir edebilir ya da şirin görünümlü birileri, geliştirme, güzelleştirme adına koruma- kollama(!) altına alabilir. Laf aramızda, ruhumuz bile duymadan sahiplenebilir demeye dilim varmıyor. Çoğunlukla iş işten geçtikten sonra da olsa bütün bunları, yine yaşam denen gerçek öğretir bizlere.

Oysa, ne düşlerimiz, ne heyecanlarımız vardır yaşamın ilk kiremitlerinde, ilk basamaklarında. Ne sınırsız umutlar düşlerimizi süslemekte, ne sınırsız hayaller, başarılar, huzurlar bizi beklemektedir. Bizler kendi dokuzuncumuzun peşinde oyalanırken, dokuzlarının üzerine sayısız dokuzları koyanları uzaktan, gıptayla, sessizce izlemek de ne yazık ki yine bize düşer. Ya kiremitlerinin çoğu, üst üste konmuş doğanlara ne demeli!..

#

Öyle ya da böyle kısır bir döngünün içinde debelenip dururken bir de geriye dönüp şöyle bir bakarız ki, nice ömürler mum gibi eriyip tükenmiştir bu arada, tükenmektedir, tükenecektir... Her gün görmeye kanıksadığımız, şaşkın, yorgun, umarsız, kamburlaşmış bedenleriyle, gülmeye, gülümsemeye yabancılaşmış çehreleriyle oradan oraya koşuşturup duran onca insan, eminim, hala neyin, kaçıncı kiremidin peşinde olduklarını kendileri dahi bilmezler. Belki yedincinin, belki sekizincinin, belki de hala birincinin...

Kim saklar şu meretleri, niçin saklar, kimin için saklar, saklamaktan ne zevk alır, bilinmez. Ben kendi adıma, bunca yıldır inatla aradığım dokuzuncu kiremidimi bulmakta kararlıyım. Gerçi işimin çok zor olduğunun bilincindeyim. Ama olsun, umudum kararmadığı, enerjim tükenmediği sürece, öyle kolay kolay pes etmeye hiç mi hiç niyetim yok. Oldum olası arkadaşlar benim, çok sabırlı, sabırlı olmaktan da öte inatçı bir oyuncu olduğumu söyler. Hele de oyunumuzun adı "dokuz kiremit" se...

ÇALIŞMA ORTAMI Sayı: 68

(*) F. Sedef Seçkin: Türkiye'nin Kuşak Profili, Capital, Aralık 2000

(**) "İşin zor yanıyla henüz yüzleşilmedi"


Karakalem/ Ercan MERGİN

Yaşam mı takıldı ağlarıma rengârenk?

Yoksa,

Çırpınıp duran ben miyim

yaşamın ağlarında?!

Erdoğan BOZBAY








Teşekkür

Yıllar önce Çalışma Ortamı dergisi için "Gönüllülük Üzerine" yazma önerisini getiren Leyla Üstel'e, o günden bu yana yazılarımın yayımlanması için Çalışma Ortamı dergisinde olanak sağlayan Oya ve A. Gürhan Fişek'e, özverili çalışmalarıyla yazılara görsel zenginlik katan Ayşen Özaras'a, gönüllü düzeltmenim A. Seval Özbay'a, fotoğraf, resim ve çizimlerin bilgisayar ortamına aktarılmasındaki katkılarından ötürü Süha Küçük ve Yasemin Alpan'a, internet ortamında sizlerle buluşmamı sağlayan Didem Kamoy, Doruk Fişek'e, ilgi ve eleştirileriyle sürekli yüreklendiren dostlara, sabır, destek ve önerileriyle her zaman yanımda olan sevgili eşim Oya ve oğlum Ozan'a, içten teşekkürler...

Erdoğan BOZBAY

İnternet ortamında yayımlanmış diğer kitaplar:

Sokağım,Çoğul Yalnızlığım http://uzakulke.fisek.com.tr/bozbay/

Kastamonu Yazıları http://uzakulke.fisek.com.tr/kastamonu/

İletileriniz için: ebozbay@fisek.org.tr