ERDOĞAN BOZBAY

TUNA MERGİN’le SÖYLEŞİLER-1

MUCİZEYE YOLCULUK

Önsöz Yerine
Baba, Torunun Baba Oluyor!
Arkam, Önüm, Sağım, Solum Sobe
Adın TUNA Olsun
Hoş Geldin Minik Dev Adam
1105 No’lu Oda
Mavi TUNA Anadolu Topraklarında
Mergen’den Mergin’e
Şaşırt Ama Ürkütme
Tuttuğunu Kopar, Tutturduğunu Değil
Armut Dibine Düşer
Sahi, Büyük İkramiye Kime Çıktı ?
Nereden Nereye !
Gordion’dan Kördüğüme
Sevmek Dokunmaktır
BEYAZ GEMİ
Pulsuz Dilekçe
Tuna İle Aras’ın Ankara Buluşması
Üç Sünnet, Üç Anı
Yine Yenil Ama Güzel Yenil !
Öğrenilmiş Çaresizlik Üstüne Çeşitlemeler
Annemin Ninnileri
Tuna Mergin Bozbay’la 150 Gün
Sonsöz
Dilek Kutusu

En güzel çocuk:
Henüz büyümedi.
Nazım Hikmet


Önsöz Yerine

Ben Tuna Mergin Bozbay;
Yaklaşık 24 saat önce, adına yaşam denen vadide akmaya başladım. Tıpkı adaşım ‘MaviTuna’ gibi. Biliyorum, önceleri işim hiç de kolay olmayacak. Akışım zorlu başlayacak. Yol arkadaşım pınarlar, gözeler, kaynaklar, çoban çeşmeleri gücüme güç katacak. Sert kayalarla mücadelem çetin geçecek. Bazen çağlayanlarım oluşacak çağıl çağıl aktığım, bazen kanyonlara gömülecek sesim. Sert kayalara beyaz köpüklerimle imza atacağım. Nice mevsimler geçecek üstümden, nice güneşler ısıtacak bedenimi, nice rüzgarlar üşütecek. Kuşlar yuva yapacak söğütlerime. Çınarlarımın, meşelerimin koyu gölgesinde insanlar dinlenecek, cevizlerimi, ayvalarımı, narlarımı toplayacak. Gün gelecek karlı dağları, sarp kayaları, dik yamaçları aşacak, uçsuz bucaksız ovalarla kucaklaşacağım. Daha bir sabırlı, daha bir sakinleşmiş akacağım bundan böyle. Duru, dingin, olgun…

Doğaldır ki, daha bir keyifleneceğim ova beni sarmaladığında, akışım daha ağırbaşlı, hoş görülü, bilgece sürecek. Tadını çıkaracağım yolculuğumun; döne döne, kıvrıla kıvrıla, huzurlu bir şekilde akıp giderken, bir de türkü tutturacağım hafiften.

TUNA’nın suyu olaydın,
Karaorman’dan geleydin,
Karadeniz’e döküleydin.
Mavileşeydin.
Mavileşeydin.

Benim o görkemli halimi görenler inanamayacak. Şaşkınlıkla, “Biz onun doğduğu günü biliriz. 8.kasım.2011 Salı günü saat 08.25 de Ankara TOBB ETÜ Hastanesi’nde doğduğunda, 4.413 gram ağılığında, 55- 60 santimetre boyunda küçüçük bir adamdı O.” diyecek. Oysa ben, gözlerim, ellerim, her şeyim henüz yumuk yumukken, kararımı çoktan vermiştim. Çok zorlu bir yolculuğa çıktığımın farkındaydım. İnatla ve kararlılıkla akışımı sürdürecek, bazen coşkulu, çoğu zaman dingin, kimi zaman hüzünlü genellikle huzurlu, yeri geldiğinde öfkeli çoğunlukla sakin, baharları boz bulanık, diğer mevsimler dupduru sularımla, tüm canlıların içini serinletecek, yüreğini ferahlatacak, düşlerine huzur katacak, yaşam sevinçleri olacaktım.

Gün gelecek, ben de bir denize ulaşacağım elbet. Ama söz veriyorum, adım döküldüğüm denizden daha çok bilinir, anılır olacak. Öyle bir iz bırakacağım ki duyanlar, tanıyanlar üzerinde, bir daha beni asla unut(a)mayacaklar. Tıpkı adaşım mavi “TUNA” gibi.

Adıma
Dedem Erdoğan BOZBAY
9.kasım.2011

TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 1


Baba, Torunun Baba Oluyor

Sevgili Tuna;

Dün gibi anımsıyorum. Öyle sanıyorum ki Ankara şehri kuruldu kurulalı, böylesine güzel bir baharla tanışmamıştır. Aylardan mayıs, günlerden cumartesi. Uzun sürmüş bir kışın ardından herkes kendisini açık havaya zor atmış. Parklar, cafeler, sokaklar insan kaynıyor. Sen sokaktakileri boş ver. Bahar heyecanının yanına bir de tanışma heyecanı eklenince dedendeki yürek çarpıntısını görmeliydin.

Onca kalabalığın arasından kimselere çarpmadan, hatta bir Allah’ın kulunun gölgesine bile dokunmadan nasıl cambazlıkla ilerledim, hala şaşıyorum. Kuğulu park, Tunalı Hilmi derken saptığımız yan sokaktaki irice bir apartmanın zilini çalıyoruz. Annen, baban, babaannen, ben, çekinik gözlerle birbirimize kaçamak bakışlar atıyoruz. Bizleri içeri buyur eden görevli tarafından her bir ayrıntısı zevkle seçilmiş bekleme salonuna alınıyoruz. Bizden önce gelenleri ince bir tebessümle selamlıyoruz. Onlar da bizi yanıtsız bırakmıyor tabii. Kendimi bir an “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” (*)nde hissediyorum Birisi yeni doğmuş(sana göre ağabey sayılır) diğeri ise senin gibi dünyaya geliş için gün sayan iki kardeş, anneleri babaları muayene için sıralarını bekliyor. Sıra bize yaklaştıkça heyecan, heyecanla birlikte ağızda kuruma artıyor. Kaç bardak su içtiğimi, kaç kez lavaboya gittiğimi tahmin edersin. Derken sempatik doktorumuz anneni muayene odasına alıyor. Ardından da bizi. Adettenmiş. İlk tanışma törensel havada yapılırmış. Anne, babanın yanı sıra büyükler de ailenin minik bireyi ile tanıştırılırmış. Tabii kalpleri buna dayanacak güçteyse.

Loş oda fotoğraf basılan karanlık odayı andırıyor. Ayak bağlarımın çözülme olasılığına karşı kendimi garantiye almak için kapı kasasına yaslanıyorum. Annen yatağa uzanmış, doktor hanım tarafından ultrason denen aygıtla içi görüntüleniyor. Gözlerimiz ekrana, kulaklarımız alıcıya odaklanmış vaziyette. Güm, güm bir sesle ne kadar olduğunu asla kestiremeyeceğim bir süre kendimden geçiyorum. Doktorun çok derinlerden gelen cılız sesiyle kendime geliyorum. Mutlu bir düş görürken zorla uyandırılmış gibiyim.“İşte bebeğimizin kalp atışları” Bugüne kadar hiçbir sesin beni böylesine heyecanlandırmadığını itiraf etmeliyim. Kulaklarım uğulduyor, ayaklarım yerden kesiliyor, kapı pervazına dayanmasam düşebilirim. Kalp atışlarımız sarmaşıklar misali birbirine dolanıyor adeta. Hangisi bana ait, hangisi sana bilemiyorum. Doktor hanım seni ürkütmeyecek bir sesle açıklamalarını sürdürüyor. “Şu boynu, şu omzu. Kollarına bakın, ellerine, aman yarabbim, şu parmaklara bakın, ne kadar da uzun!” Sanki kahve falına bakıyor.Doktorun tüm açıklamaları birkaç dakikayı geçmiyor sanırım. Ama biz seninle yıllardır tanışıyor gibiyiz. Gördüğüm hiçbir şey bana yabancı değil. Yoksa yaşam geriye dönüşler galerisine mi dönüşüyor zamanla? Seninle tanışma süresi boyunca kaç kez zamanda yolculuk yaptığımı, kaç kez babanın doğduğu yıllara gidip geldiğimi anımsamıyorum. Karmakarışık duygularla tam odadan ayrılırken doktorun sesiyle bir kez daha irkiliyorum. “Utanmaktan vazgeçti bizim delikanlı. Yanılgı payı olmakla birlikte %90 olasılıkla bebeğimiz erkek!” Cinsiyetin hiç önemli olmadığı gerçeğini hayat bizlere çoktan öğretmiş durumda. Ama yine de bu tarifsiz güzel olayı ilk kez babamla, yani senin büyük dedenle paylaşma arzusunun önüne geçemiyorum. O kısacık muayenehane koridoru boyunca şu sözler beynimin derinliklerinde defalarca yineleniyor. “Baba müjde, torunun baba oluyor. Ailemizin “küçük dev adam”ıyla biraz önce tanıştım. Sen bu duyguları yaşama şansını bulamamıştın ne yazık ki. Muhteşem bir şeymiş baba, tarifsiz bir mutluluk, önlenemez bir coşkuymuş. Şimdilik 7.5 santim boyundaki o müthiş varlığın kalp atışlarını duymalıydın baba, omuzlarını, kollarını, burnunu görmeliydin. Hele de parmaklarını.”

Yaa sevgili Tuna, o gün, öylesine tarifsiz, öylesine karmaşık duygular sarmalında geçti ki, sadeleştirerek anlatmak, duyumsananları elle tutulur kılmak, yaşananları sözcüklere dökmek çok zor işmiş. Umarım ileride bu satırları okuduğunda beni daha iyi anlarsın. Gözlerinden öpüyor yaşama ve de bizlere merhaba diyeceğin günü sabırsızlıkla bekliyorum.

Deden Erdoğan BOZBAY
Haziran.2011

(*) Ziya Osman SABA’nın bir eseri.

TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 2

Arkam, Önüm, Sağım, Solum SOBE

Sevgili Tuna;

Haberi ilk duymanın heyecanı yerini yeni heyecanlara, yeni beklentilere bıraktı zamanla. Öncelikle iyi dilekler sıralandı bir, bir. “Analı babalı büyüsün, sağlıklı olsun, şanslı olsun, ailesine, vatana millete, insanlığa yararlı olsun, olsun… “Olsun”lar giderek yerini yeni meraklara, yeni bilinmeyenlere bıraktı. “Bakalım boyu ne kadar olacak, gözleri renkli mi olacak(sanki renksiz göz varmış gibi), huyları kime benzeyecek. Ve daha bir yığın cek’ler cak’lar…

Oysa bizler için önemli olan, öncelikle annenin sağlıklı bir hamilelik geçirmesi. Doğaldır ki, o ne kadar zorlanmadan, keyifli bir anne adaylığı geçirirse sen de o denli dünyaya gelmek için sabırsızlanacak, dört gözle(dört göz de yetmez ya sözün gelişi böyle) beklendiğini hissedecektin. Esas zorluğu giderek artan yüküyle annen çekmekle birlikte bizlere de adım, adım büyüdüğünü takip etmek düşecekti.

“ Önceki ay 10.3 santimdi, geçen ay 15.4 santim oldu, bu ay tam tamına 21 santimi buldu” türünden spot cümleler seni kafamızda şekillendirmeye, Doktor teyzenin; “sindirim sistemi normal, kafa çevresi, boynu her şey normal, merak edecek bir şey yok” rahatlatmaları bile yüreğimizi serinletmeye yetmeyecekti. Bu seninle ilgili bir olumsuzluk beklentisi içinde olduğumuz kuşkusu asla değildi. Sadece gözle görmek, bakışla da olsa sana temas etme arzusundan kaynaklanan bir şeydi. Çünkü insan ancak gördüğünü unutamazdı. Hele bunu bir de tazecik kokunla içimize çekince, eminim aklımız yerinden oynayacaktı. Şimdilik sabretmekten başka çıkar yolumuz yoktu. Bekleyecektik.

Seninle ilgili en somut görüntüler zaman zaman aşka gelip annenin karnında yaptığın tekmeleme gösterileriydi. Annen;” bakın, yine tekmeledi, şimdi buraya doğru gitti, kafası tam şurada” gibisinden sevinç sözcükleri bizleri de fazlasıyla mutlu etmeye yetip artıyordu. Babanın o dönemini pek anımsayamıyorum ama ben, anne karnında bu denli hareketli, bu kadar gezgin bir bebek daha görmedim, duymadım. Hele senin boyunda, senin kilondaki küçük dev adamın çevikliğine şaşırmamak elde değildi. “Eee Tuna Mergin, göreceğiz bakalım, ilerde de böylesine hareketli, yerinde duramayan bir adam mı olacaksın, yoksa mutfaktan bir bardak su almaya bile üşendiğin için susuzluktan yanıp kavrulacak mısın ?!

Yeter artık, bir ayda kaç hafta var, kaç hafta geçti, doğuma kaç hafta kaldı, haftada kaç gün, günde kaç saat, saatte kaç dakika, dakikada kaç saniye, saniyede kaç sealise var türünden sorulara yanıt arattığın. Boş ver eski bilgilerle bizleri oyalamayı. Erkeksen, arkam , önüm, sağım, solum sobe deyip çık ortaya, hadi bekliyoruz !

Deden Erdoğan BOZBAY
Ağustos 2011


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 3

Adın TUNA Olsun

Sevgili Tuna;

Yıllar önceydi. Baban bankacılığa yeni başlamıştı. Kastamonu’da görev yapıyordu. Babaannenle ben de babana moral desteği olmak için zaman, zaman oraya gider birkaç ay birlikte kalırdık. Bu gidiş gelişler giderek bağımlılığa dönüştü. Bizler Kastamonu’yu çok sevdik. O da sanıyorum bu sevgimizi yanıtsız bırakmadı. Kastamonu’lular bizleri benimsediler, sevdiler, içlerinden, hatta ailelerinden biri gibi davrandılar. Hala da ilişkilerimiz ilk günün sıcaklığında sürmekte.

İşte o gidişlerden birinde unutulmaz bir olay yaşadık. Ne olduysa Ankara Operası’ndan bazı sanatçıların konuk olarak katıldığı bir dinletide oldu. O günlerde yazdığım o anıyı(aralık 2004), özetleyerek seninle de paylaşmayı çok isterim. Var mısın iki binli yılların başlarına bir yolculuğa…

Yazıya büyük dedeni, yani benim babamı anlatarak başlıyorum. Bakalım neler demişim onun için, o’nu nasıl tanımlamışım.

“ O iri kıyım insan, ne zaman doğduğu topraklardan, Tuna’dan, Köstence’den bahsedecek olsa, tüm bedenini kuşatan heyecanına engel olamaz, kırılgan bir dal gibi sallanmaya başlardı. Sesi titrer, gözleri parlar, sarımtırak benzini tatlı bir kızıllık kaplardı. Söze nasıl başlayacağını, kuracağı tümceleri, hatta sözcük sayısını ezbere bilsem de her defasında ilk kez duyuyormuşum gibi keyiflenir, ilgiyle onu dinlerdim. “Aaaah evlat... Oraları görmeni isterdim. Tuna bereketti Romanya için. Ucu bucağı görünmezdi. İçinden koca, koca gemiler geçerdi. İncecik, ipek gibi bir toprakla kaplıydı Tuna boyları. Ne eksen biterdi. Köpeklere atacak taş bile bulamazdın. İşte o, uçsuz bucaksız Tuna kıyılarında kaval çalardık arkadaşlarla, koyunları yayardık. Ara sıra da yanık türküler tuttururduk karşı kıyılara doğru. Hele birkaç Gagavuz arkadaşım vardı ki, sesleri billur gibi. Eh, ben de fena değildim hani. Düğünlerde bir başladık mı söylemeye, susturabilene aşk olsun. Sesimiz taaa öte yakadan duyulurdu. Şimdi bir tek Tuna’nın mavisi kaldı aklımda, bir de Gagavuz arkadaşlarla söylediğimiz türküler.”

Böyle bir etkinlikten genç bir müzik öğretmeni sayesinde haberdar olduk. Çöl ortasında vaha bulmuşçasına babaannenle birlikte soluğu, dinletinin yapılacağı salonda aldık. Hatta baban, çok arzulamasına rağmen ancak konserin ikinci yarısına yetişebildi. Bakalım neler olmuş o gece, neler yaşanmış, özetlemeyi sürdürelim.

“Gece Çökertme’yle başlıyor. Bu güzel ezgi, piyanist Johan Botka’nın sihirli parmakları eşliğinde, sanatçılarımızın bizlere eşsiz bir gece yaşatacaklarının ilk sinyallerini veriyor. Ardından Rus Halk Şarkısı, Çardaş Prensesi, Tosca derken, küçük anı ve anekdotlarla programa daha bir renk ve anlam yükleyen sunucu Nurtin Aydın, küçük bir değişikliği anons ediyor. “ Sanatçımız tenor Stefan Kurudimov program akışında küçük bir değişiklik yapmıştır. Calaf’ın Aryası yerine sizlere, kendi yöresinden bir Gagavuz Halk Türküsü seslendirecektir.” Duyduğum açıklama allak bullak ediyor beni. “Aman Allahım, bu da nereden çıktı şimdi” diyorum. Yıllarca dinletilere giderim, böylesine hoş bir sürprizi ikinci kez yaşayacağımı sanmıyorum. Sanki sanatçı, son anda benimle göz göze gelmiş, düşüncelerimi okumuş, atalarımın Tuna boylarından geldiğini sezinlemiş, bu türküyle beni geçmişimle yüzleştirmek, mutlu etmek istemişti. Salondaki dinleyicilerden birisinin, böylesine bir duygu yoğunluğu yaşamakta olduğunu bilse, türküsünü daha bir coşkulu mu yorumlardı acaba diye düşünüyorum. O an içimde fırtınalar kopuyor. Ne olursa olsun, madem ki böyle bir şans, kapımı hiç beklemediğim bir anda çaldı, öyleyse keyfini doyasıya çıkarmalıyım. Önce, derin bir nefes çekiyorum içime. Ardından, yavaşça kendimi koltuğuma bırakıveriyorum. Salon gür, yanık, bir sesle dolduğunda kendimden geçiyorum. Dinlediğim ezginin bizimkilerden hiçbir farkı yok. İnsanın içine işliyor, tüylerini diken diken ediyor. Hele de benim…

“Oglan, oglan yürü gidelim,
Tuna boylarında koyun güdelim.”

Babam da bu Türküyü bilir miydi acaba diyorum içimden. Hoş, bilse de bilmese de hiç fark etmezdi. Çünkü o gece Stefan Kurudimov’un sesinde babamı buluyor, türküsünü duyuyor, Tuna’yı görüyorum. Kastamonu’da Tuna’yı yaşıyorum adeta. Aradan ne kadar geçmiştir, anımsamıyorum. Mıhlanmış gibi öylece kalakalmışım. Nereye baksam, neye baksam Tuna’ya dönüşüyor. Bir ürperme sarıyor içimi. Babamı, otlakları, otlaklardaki koyun sürülerini, kaval seslerini, türküleri, her şeyi Tuna getiriyor bana. Her yanım Tuna’ya bulanıyor. Yıllardır çektiğim hasretin biraz olsun dindiğini hissediyorum. Anadolu’mdan, güzel yurdumdan, babama, Gagavuz arkadaşlarına, türkülerine, Tuna boylarına bir tutam selam, bir tutam özlem yolluyorum o gece…”

Duygularım yüreğimi, yüreğim duyumsadıklarımı kabartmaya devam ediyor.Bırakıyorum sözcüklerin, tümcelerin dizginlerini, olabildiğince özgür bırakıyorum onları, gönüllerince at koştursunlar Tuna boylarında istiyorum.

“Aaaah evlat. Düğünlerde Gagavuz arkadaşlarla bir türküler söylerdik, taaa Tuna’nın öte yakasından duyulurdu sesimiz.” Ben, “Babam da bu türküyü söylemiş midir acaba?” sorusuyla cebelleşirken, notalar, sanatçılar, sahne, izleyiciler giderek bulanıklaşıyor. Yer, mekan, zaman birbirine karışıyor. Nerede, kimlerle olduğumu anımsayamıyorum. Yalnızca, dört bir yandan gelen uğultuyla kuşatıldığımı hissediyorum. Gözlerim hafiften nemlenmiş, göz yaşlarım her zaman ki ikilem çıkmazında, ha aktı, ha akacak. “Eee, o kadar da olsun artık” demek geçiyor içimden, diyemiyorum. Tuna da üzülmüş olmalı gördüklerine, akmayı unutmuş, sesini çıkarmadan öylece beni izliyor. Bedenimi, benliğimi ter basmış, dudaklarım kurumuş, içim yanıyor. Ağzımdan çıkanları değil çevremdekiler, ben bile zor duyuyorum. “Seni özledim baba.”diyorum usulca, “Seni çok özledim.”

Sevgili Tuna, belki de adın o gün konmuş, usulca beynimin bir taraflarına ilişivermişti. İlişmek ne kelime evlât, kazınmıştı senin anlayacağın, hem de bir daha hiç silinmemecesine…

Deden Erdoğan BOZBAY
Eylül 2011


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 4

Hoş Geldin Minik Dev Adam

Sevgili Tuna;

Helâl olsun sana bacaksız. Sonunda yaptın yapacağını. Bu yaştan sonra saat hesaplarını tekrar anımsamamız için elinden geleni ardına koymadın ya pes doğrusu. Günde 24 saat, saatte altmış dakika, dakikada altmış saniye olduğunu kabaca biliyorduk. Ama bir günde 1440 dakika, 86.400 saniye olduğunu keyifli bir zor kullanarak sen öğrettin bana. Senin gelişin söz konusu olmasa, bir ayda 2.592.000 saniye, dokuz ayda 23.328.000 saniye olduğunu hiçbir kuvvet öğretemezdi bana. Tabii bunların yanı sıra bir şeyi daha öğrettin bana. Sabretmeyi. Her sabrın sonunda muhteşem bir ödülün bizi beklediğini.

Öyle ya da böyle günleri dakikaları tüketmeyi öğrendik derken bir bayram günü akşamüstü, dünyaya gelmeye niyetlenişinle ilgili sinyalleri doğaldır ki ilk fark eden annen oldu.. Telefonlar, alelacele giyinmeler, üçer beşer inilen merdivenler derken kendimizi ToBB hastanesinin doğum katında buluverdik. Doktor teyze tarafından haberli oldukları için hastanede tüm önlemler önceden alınmıştı. Gerekli ölçüm, kontrol, dinlemelerin ardından bizler için geçmek bilmeyecek en uzun geceyi yaşamaya koyulduk. Mutlak bir sessizliğin içinde tek duyulan ses, senin minik bedeninden çıkıp bütün odayı dolduran kalp atışlarındı. Zaman zaman hızlanan zaman zaman yavaşlayan kalp atışların.

Görevlilerin; “Her şey kontrolümüz altında. Siz lütfen aşağıdaki odada dinlenmeye çekilin. Önümüzdeki zorlu saatler için enerji depolayın.” Anımsatmasıyla biraz sakinleşmiş görünerek babaannenle birlikte sözüm ona dinlenmeye çekildik. Gözden kaybolduk demek daha doğru olur. Sabaha değin kaç kez uyandığımızı, birbirimize kaç defa saati sorduğumuzu anımsayamıyorum. Kısa aralıklı uykuya dalışlarda cebelleştiğimiz karabasanlar, sabaha kadar susmayan köpek ulumaları da işin cabası.

Tam biraz dalar gibi olmuşuz ki, babanın telefonuyla irkilerek fırladık yataklarımızdan. “ Hayriye saat üçten beri sancılar çekiyor. Her ikisi de çok çabaladılar ama Tuna’nın kalp atışları yavaşladığı için acele sezaryene götürdüler. Bir saate kadar dönerlermiş. Ben de doğuma giriyorum.”

İtiraf etmeliyim ki, babanın senin doğumuna tanıklık etme yürekliliğini gösterebileceğine hayatta inanmazdım. Hem de bir elinde kamera, diğerinde fotoğraf makinesi olacağına, senin dünyaya merhaba dediğin anları ölümsüzleştireceğine ihtimal bile vermezdim. Gerçekten, bir saat kadar sonra beklenen haber babandan geldi.” Tuna’mız dünyaya geldi. Her ikisinin de sağlığı çok iyi ! ….“ Sözlerin devamını duyamadık, belki de algılayacak durumda değildik. Elimiz ayağımız boşalır gibi oldu. Bir anda telefon almacından giren mutluluk sözcükleri bütün bedenimizi kuşatıvermişti. Babaannenle konuşurken sadece gözlerimizi kullandığımızı anımsıyorum. Daha sonra onların da çaresiz kaldığını itiraf etmeliyim. Mutluluk gözyaşları, gönül gözümüz dışında tüm iletişim araçlarımızı geçici bir süre devre dışı bırakmıştı.

Daha sonraları öğrendik ki, doktor teyzeyi bile yanıltmışsın sevgili Tuna. 4.413 kilogram ağırlığınla 55 santimin üzerindeki boyunla doğumuna tanıklık edenleri şaşırtmışsın sevgili torunum. Bu şaşıranlar kervanına bizler de katıldık tabii. Sözüm ona seni Nazım’ın şiirindeki gibi, “Hoş geldin Bebek” dizesiyle karşılamaya hazırlanmıştım ki acele bu dizeyi, şairinden özür dileyerek,” Hoş geldin küçük dev adam, yaşamak sırası sende.” Olarak değiştiriverdim. Evet sevgili Tuna Mergin’im, dilerim yalnızca fiziğinle değil, sağlam kişiliğin, dik duruşunla da dev adam olmayı sürdürürsün. Adın seni, sen adını yücelterek sağlıklı, huzurlu, keyifli, şansın seni hiçbir koşulda terk etmediği uzun bir yaşam sürdürürsün. Hoş gedin minik dev adam, ailemize, toplumumuza, insanlığa hoş geldin!

Deden Erdoğan Bozbay
8. Kasım, 2011

(*) Şu rastlantıya bak sevgili Tuna, bilgisyara taktığım mp3 te şu an annenle babanın nikâhındaki parça çalıyor. Eleni Karaindrou’nun Theo Angelopulos’un “Arıcı” filmi için yağtığı fon müziği!


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 5

1105 No’lu Oda

Sevgili Tuna;

Adını şu an anımsayamadığım bir düşünür, “Her doğan bebek, tanrının halâ insanlardan umudunu kesmediğinin bir kanıtıdır” der. Hem de öylesine umudunu kesmediğinin bir kanıtıdır ki, kısa aralıklarla üç bebek birden doğdunuz. Bir kız, iki erkek. O da yetmiyormuş gibi akşamüzeri ikizler de size katılınca yalnız sizin doğduğunuz hastanede 8.kasım. 2011 in hasılatı beş şirin bebekti.

Sana bir şey itiraf edebilir miyim! Ama söz, sadece ikimizin arasında kalacak bu anlattıklarım, tamam mı? Sen doğup, 1105 nolu odana getirilip yatağına yatırıldıktan sonra bana bir haller oldu ki sorma. Sanki birileri sihirli değnekle dokundul. Gözlerim daha bir parlak bakmaya, sözcüklerim daha bir üst perdeden çıkmaya başladı sanki. Yerimde duramaz oldum. Bir içeri bir dışarı. Hele annen seni emzirirken dışarı çıkıp koridorda uzun uzun volta atarken fark ettim. Yaa Tuna, benim yürüyüşüm de mi değişmiş ne! Daha bir geriye kaykılıp, külhanbeyi gibi yürür buldum kendimi. Sahi, kaşla göz arasında o devasa Diyarbakır karpuzlarını da kim koymuştu koltuk altlarıma anlayamadım. Elimde otuz üçlük kehribar tespihin şakırtıları eksik kabadayılara benzemiştim bir anda. Ha, bir de ayakkabılarım yumurta topuk değildi. Bir iki turdan sonra, sanki herkes bana bakıyormuş gibime gelmeye başladı. Ben yanlarına yaklaşınca fısıldaşmaya dönüşen, uzaklaşınca da ardım sıra giderek yükselen konuşmalarda mı oluyordu ne. Belki de birbirlerine beni işaret edip,”1105 nolu odada yatan bebeğin dedesi işte bu şanslı adam” diyorlardı. Yerimde olabilmek için kim bilir neler vermezlerdi. Sanki ben yerimi onlara verecekmişim gibi. Dünyada olacak şey değildi bu. Doğumunu dört gözle beklediğim, yoluna, dakikalar, saniyeler, sealiseler saydığım torunumu düşüncede bile olsa kimselerle paylaşamazdım doğrusu.

Sevgili Tuna, farkında mısın bilmem? Yaşam sahnesinde sayısız rollere bürünürüz. Kimisi gönüllü soyunduğumuz, çoğu ise zorunluluktan kabullendiğimiz rollerdir bunlar. Evlat oluruz, torun oluruz, kardeş, amca, dayı oluruz. Bunları eş olmak, damat olmak, enişte, baba, kayınbaba olmak takip eder. Yan roller de vardır. Arkadaşlık gibi, komşuluk gibi vb. İşte bunlardan, hem de gönüllü olarak soyunduğumuz son başrolü, “DEDE”liği kabullenmemin tek nedeni sensin. Bunu sakın ola suçlama olarak algılama. Hem unutma ki, senin gibi muhteşem bir varlığın dedesi olmayı kim istemez!

Deden Erdoğan BOZBAY
9.kasım.2011


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 6

Mavi Tuna Anadolu Topraklarında

Sevgili Tuna;

Büyük dedenlerin Romanya’dan anımsadığı son karedir Tuna. Hemen, hemen Avrupa’da dolaşmadığı ülke kalmayan bu yorgun nehir, son bir gayretle Karadeniz’e ulaşmanın telaşı içindedir Köstence’de. Gençliğinde her türlü çılgınlığı yapmış, ömrünün son demlerini sürmekte olan, bir ayağı çukurdaki insanlar misali boynu bükük masumu oynamaya soyunmaktadır. Her şeye rağmen büyüleyiciliğinden hiçbir şey kaybetmediği, hala sayısız, şiire, türküye konu oluşundan bellidir.

İlk gençlik yıllarına adım attığımız günlerde bizden önceki kuşağın(aynı türküyü annemden de duymuşluğum var) söylediği bir türkü/marş vardı. Aradan onca yıl geçmesine rağmen zaman, zaman dilime dolanır durur.

Tuna nehri akmam diyor,
Etrafımı yıkmam diyor,
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne’den çıkmam diyor.

Kastamonu’da Gagavuz bir opera sanatçısından dinlediğim, büyük dedenin de çok iyi bildiğini sandığım, o güzelim türküyü de unutamam.

“Oglan oglan kalk gidelim
Tuna boylarında koyun güdelim.”

Ya, Nazım Hikmet’in dizelerinden notalara aktarılmış şu ezgiye ne dersin…

Gökte bulut yok, söğütler yağmurlu,
Tuna’ya rastladım suları çamurlu
Hey, Hikmet’in oğlu, Hikmet’in oğlu
Tuna’nın suyu olaydın,
Karaorman’dan geleydin
Karadeniz’e döküleydin
Mavileşeydin
Geçeydin Boğaziçi’nden
Başında İstanbul havası
Çarpaydın Kadıköy’de iskeleye…

Atalarımızın, bir film karesi gibi beyinlerine kazınan Tuna görüntüleri neden onları yaşamları boyunca bırakmadı? Mezara bile birlikte gömüldüler sanki. Karadeniz’e dökülen Tuna da peşlerini bırakmamış anlaşılan. Çamurundan, toprağından, kirinden pasından arınmış, mavileşerek Kadıköy iskelesinde Anadolu topraklarıyla öpüşmüş olmalı. Anadolu’ya duyulan yüzyılların özlemi, bu kez suyun öte yanına yönelmiş, Tuna’da, Dobruca’da, Silistre’de somutlaşmış. Bu zavallı muhacirlerin(göçmenlerin) kaderinde hep doğduğu topraklara özlem çekmek varmış anlaşılan. İnsan sormadan edemiyor. Bundan beş altı yüz sene önce Anadolu’da, en yakın il merkezini bile görmemiş, değil Tuna’yı, köyünden geçen dere dışında hiçbir akarsuyun adını dahi duymamış insanlar, nasıl oldu da Balkan’ları, Deliorman’ı, Dobruca’yı, Tuna boylarını vd. yurt edindiler. Acaba ne acılar, ne çileler çektiler. Oralarda kök salabilmek için ne diyetler ödediler. Şu an Anadolu’da adı yada soyadı, Tuna, Tunalıoğlu, Tunalı, Göktuna, Zorlutuna, Öztunalı, Akartuna, Gürtuna, Büyüktuna, Mavituna, Tunaboyu vb. olan sayısız insan yaşıyor. Neden bu soyadlarını aldılar? Oysa hepsinin belki de Anadolu’dan hatta Orta Asya’dan getirdiği boy, aşiret adları, aile lakapları vardı.

Sevgili Tuna, işte bu nedenle adın, biraz da aile tarihimizin özeti gibi oldu. Köklerini unutmaman, arayıp sorman, bulman, öğrenmen, sorgulaman için. Bir başka neden de yüzlerce yıl yaşadıkları toprakları yurt bellemiş, Anadolu’ya, anayurda döndükten sonra da, ölünceye kadar geldikleri yerleri bir kez daha dünya gözüyle görebilme hayaliyle yaşayan atalarımıza vefa borcu ödemek istedik. Madem ki onlar Tuna’yı bir daha göremeden öldüler, madem ki bizim de oraları adım, adım gezip görme şansımız yok, o halde biz de Tuna’yı Anadolu’ya getirelim, bu topraklarda akıtalım istedik. Ve bunun sonucu olarak 8.kasım 2011 den bu yana, yaşam denen güzelim vadide akışını sürdürmektesin sevgili Tuna. Suyun duru, bereketin bol, yolun uzun, sağlık, şans, huzur, mutluluk hep yanı başında olsun, seninle birlikte akıp gitsin.

Sen vadinde usul, usul akarken bir de türkü tutturursan ora havalarından hepimizi mutlu edersin sevgili mavi Tuna, hem de çok mutlu edersin…

Tuna’nın suyu olaydın
Karaorman’dan geleydin
Karadeniz’e döküleydin
Mavileşeydin
Geçeydin Boğaziçi’nden
Çarpaydın Kadıköy’de iskeleye
……..

Kadıköy iskelesine çarpmakla kalmadın sevgili Tuna, oradan İzmit’e, derken Eskişehir’e, Kayseri’ye ve giderek cumhuriyetin başkenti Ankara’nın yüreğine dokundun, hem başkentin, hem de bizlerin…

Deden Erdoğan BOZBAY
Kasım, 2011


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 7

Mergen’den Mergin’e

Sevgili Tuna;

Seni, yine Kastamonu’da olduğumuz bir 30 ağustos törenine götürmek, o günü bir daha anımsamak, sana da yaşatmak istiyorum.

Babana tam bir ağabeylik yapan öğretmenevi müdürü Sabahattin Bey, ulusal törenlerin değişmez sunucusuydu. Hem onu dinlemek, hem de ulusal törenin coşkusunu bir kez de Kastamonu’da yaşamak için erken saatlerde tören alanında buluyoruz kendimizi. Henüz alan ve çevresi boş. Bizim gibi erkenciler dışında ortalıkta sadece, son hazırlıkları sürdürmekte görevliler ve askerler var. Bir süre sonra yanı başımızda dikilen iki bayan dikkatimizi çekiyor. Babaannenin girişimiyle aramızda sıcak bir sohbet başlıyor. Ankara’da yaşıyorlarmış. Genç kızımız yüksek lisans çalışması için Kastamonu’ya gelirken annesi de ona eşlik etmiş. Babaları Ankara’daki üniversitelerden birinde öğretim üyesiymiş. İşin daha da ilginç yanı şimdi başlıyor. Sıkı dur, balonu parlatıyorum. Soyadları “MERGEN” miş. Babaları Kırım kökenliymiş. Onun söylediğine göre Mergen Kırım’da bir akarsuyun adıymış.

Senin doğumunla birlikte, adının anlamıyla ilgili daha derinlemesine araştırmalara giriştik. İlk bulgular internetten geldi. Örneğin Mergin Turanoğlu adına rastladık. Baban kendisine kısa bir mektup yazıp adının anlamıyla ilgili yardım ricasında bulundu. Sanırım henüz yanıt alamadı. Yine internet verilerine göre epeyce Mergin soyadlı kişi var Türkiye’de yaşayan. Emlakçı var, Müzik grubu var. Merek etme, onların bir kısmını veri olarak albümüne koyacağım.

Ciddi anlamda ilk doküman, değerli ve sevgili Ertuğrul Çelikcan amcandan geldi. Aydil Erol isimli bir araştırmacı 1992 yılında, Ankara’da, “Şarkılarla Şiirlerle Türkülerle ve Tarihi Örneklerle ADLARIMIZ” konulu bir kitap yayımlamış. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü yayınlarının 124. sü olarak yayımlanan kitabın seri no 1 Sayı numarası ise A.24 . O araştırmanın 264. sayfasında yer alan MERGEN maddesinin içeriğini aynen aktarıyorum.

MERGEN: 1- Nişancı, 2- İlteriş Kağan’ın büyük oğlu olan Bilge Kağan’ın adı (doğumu 683- ölümü 25 kasım 734) 3- Şiban Han’ın 12 oğlundan biri.

Peki, kimdir İlteriş Kağan . Göktürk Devleti’ni kuran kişi. Adının anlamı da “Ulusu toplayan” dır. Oğlu Bilge(Mergen) Kağan döneminde Göktürk Devleti en parlak dönemini yaşamıştır. Daha önceleri çok kısa tutulan mezar kitabeleri( Belki de kardeşi Kültigin’in ölümünden sonra çok uzun yazılmaya başlamış, Orhun Anıtları onun zamanında dikilmiş. Şu bir gerçek ki, en azından MERGEN, altı yüzlü yılların sonlarından bu yana çeşitli Türk boylarında erkek adı olarak kullanılmakta.

Bir de Ana Britannica Ansiklopedisi’nde Merginani ismine rastladım.(Doğumu 1117 Merginan- Ölümü 1197 Buhara)El Hidaye adlı eserin sahibi, İmam Ebubekir Merginani yaşadığı dönemin en ünlü fıkıhçılarından.

Sevgili Tuna, Reşat deden, daha babaannenler küçükken onlara, soyadlarının, “her attığını vuran, keskin nişancı” anlamına geldiğini söylermiş. Şimdi iş ikinci “e” harfinin “i”ye dönüşmesini açıklamaya geldi. O konuda da birkaç olasılık olabilir. Ya nüfus müdürlüğündeki görevli yanlışlıkla Mergen’i “Mergin” yaptı ya bu iki sözcük eşanlamlı, ya da ağız(şive) farkından ileri gelen bir söyleyiş biçimi. Söz veriyorum sevgili Tuna, bu konuyu en kısa zamanda netleştireceğim.

Bir konuya daha özellikle dikkatini çekmek isterim. Eğer Mergen, Kırım kökenli öğretim üyesinin söylediği gibi, Kırım’da bir akarsu ise ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Gerek Kırım’dan, gerek Romanya’dan gelen atalarımızın, gerekse Anadolu topraklarında doğup büyüyen bizlerin, babaannenin, benim, Anneannenin, Yılmaz Dedenin, annenin, babanın, senin doğduğun, yaşadığın toprakları sulayan, oralara hayat veren derelerin tümü aynı denize dökülüyor, hepsi Karadeniz’de buluşuyor. Bunu da ilginç bir bulgu olarak eklemek istedim. Bakalım daha ne gibi ilginçlikler şaşırtmak için sırada seni bekliyor.

Dileğim sadece onların seni şaşırtması değil, senin de davranışlarınla, düzgün kimliğinle, çalışmalarınla, düşüncelerinle, ürettiklerinle, insanlığa yaptığın katkılarınla öncelikle herkesi şaşırtman, sonra da bizi mutluluk gözyaşlarına boğman….

Çok şey mi bekliyorum senden sevgili Tuna. Sen dedene bakma, hem bunca yaşa kadar kendisi ne yapabilmiş ki(Çok merak edersen arar bulursun zaten), ha bire torununu geleceğe dair umutlarla, beklentilerle yükleyip duruyor (!)

Deden Erdoğan BOZBAY
Aralık, 2011


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 8

Şaşırt Ama Ürkütme !

Sevgili Tuna;

İnsan, ayları, yılları geride bıraktıkça duyduğu, gördüğü, yaşadığı hiçbir şeye şaşırmamayı, giderek doğal karşılamayı öğreniyor. Öğrenmesine öğreniyor ama bazı durumlar var ki onları açıklamanın bir yolu var mı bilemiyorum. Sen ki daha ikinci ayın içindesin. Daha şimdiden insanı şaşkına çeviriyorsun. Moda deyimle adeta ters köşeye yatırıyorsun. Okuyunca inan sen de inanamayacaksın.

Öncelikle tüm bebeklerde olduğu gibi korkunç bir anne kokusu hafızan var. Ne kadar huysuz olursan ol, annen seslenerek yanına yaklaştığında sihirli değnek değmişçesine sesin şıp diye kesiliveriyor.

Karnın acıktı, altın kirlendi, gazın var ya da bir isteği dillendireceksin. Önce kulağımıza sempatik, ama o denli de anlamsız gelen seslerle derdini anlatmaya başlıyorsun. Baktın gelen giden yok, ses tonun bir kademe yükselirken, çıkardığın sesler de ağlama tınılarına dönüşüyor. Bu tempo da meramını anlatmaya yetmediyse, operacı taktiğini uygulamaya geçiyorsun. Önce yavaştan başlayan, uyanmadıkça desibelini arttıran çalar saatlere benziyorsun. Uyandırıncaya kadar pes etmek yok diyorsun.

Yattığın yerde seni oyalamanın en etkili yollarından birisi, inanmayacaksın belki ama sürekli konuşmak. Anlarmış gibi, gözlerini anlatanın gözlerine dikiyor, ara ara garip seslerle sanki yanıtlar veriyorsun. Konuşmalardan sıkıldığında çareyi yöntem değiştirmekte buluyoruz. O yöntem genellikle kucağa almak oluyor. Tahmin ettiğin gibi bu görev de en fazla annene düşüyor. Bizler ise anneni dinlendirebilmek için kısa süreliğine nöbeti devralıyoruz. Yanılmıyorsam on beş gün kadar önceydi. Yine böyle bir nöbet değişiminde, anlatmadan geçemeyeceğim bir olay yaşattın bizlere. Her zaman ki gibi seni yattığın yerden usulca aldım. Sağ omzuma yasladım. Bir iki adım attım atmadım ki, baktım başını tutmakta olduğum elimi geriye doğru itiyorsun. Ben de itmeni kolaylaştırmak için elimi gevşettim.

Şöyle bir kafayı doğrulttun, gözlerini gözlerime diktin. “ Annem olmadığı kesin. Acaba şu an kimin kucağındayım !” merakını giderdikten sonra, başını tekrar omzuma koydun. Biraz sonra da mışıl mışıl uyumaya başladın. O an dünyanın en ürkek, en şaşkın, şaşkın olduğu kadar da en mutlu dedesi bendim sanırım.

Şu iki gerçeği de eklemeden geçemeyeceğim. Bunlardan ilki, seni iki görüşüm arasında gerek fiziksel, gerekse dış dünyayı algılayış, hareket, renk ve seslere verdiğin tepkiler arasında inanılmaz gelişmeleri şaşkınlıkla izlemek. Bir diğeri ise -ki bunu daha iki günlükken hastanede uygulamaya başlamıştın-, altın temizlenmek için açıldığı an, kim olursa olsun senin için fark etmez, tepeden tırnağa ıslatman.

Sevgili Tuna, eminim anlattıklarımın birebir benzerlerini tüm dedeler, nineler defalarca yaşamıştır. Her yaşayan için tanıklık ettiği şeyler, sanki ilk kez yaşanıyormuş gibi gelir insana. Ondan sonra da yakaladığı herkese, esir almışçasına ballandıra, ballandıra anlatır. Bizler de ne yazık ki aynı hastalığına yakalandık sanırım. Susturabilene aşkolsun. Daha kırklı günleri doldurmadan senden bize kalanlar şimdilik bu kadar. Eminim daha ne sayfalar dolacak anılarınla, yaşadıklarınla, yaşattıklarınla. Dilerim çok daha güzellerini sen de torunlarında gözler, onlara anlatırsın. İşte o zaman senden ayrı geçen bir saniyenin bile ne kadar uzun bir süre olduğunu anlar, bol, bol Einstein’ın kulaklarını çınlatır, görecelilik kavramını ortaya atmadan önce, torunlarla dedelerin birlikte geçirdikleri zaman diliminden esinlenerek, böylesine bir sonucu ölümsüzleştirmesine şaşarsın.

Deden Erdoğan BOZBAY
24 Aralık, 2011

Not: Gözlerine baktığımda bazen yetmiş yaşındaki bir bilgeyle, bazen de yedi haftalık bir bebekle yüzleşmek beni heyecanlandırıyor doğrusu.. Ya buna ne diyeceksin sevgili Tuna, sen ol da heyecanlanma, ürkme bakalım…


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 9

Tuttuğunu Kopar, Tutturduğunu Değil !

Sevgili Tuna;

Yazının başlığı şifreyi çağrıştırıyor sanırım. Biraz açmakta yarar olabilir. İnsanın varmak istediği hedefe ulaşabilmek için sayısız seçenekleri vardır. Öncelikle tutturanları ele alalım. Genellikle az emekle çok şey elde eden, bol ödül bekleyen grubu bunlar oluşturur. Gösterdikleri sabır(!) Hz. Eyüp de bile yoktur. İstekleri gerçekleşinceye değin pasif direnişlerini yaygaracı bir biçimde sürdürürler. Çevrelerinde ne kadar çok kişinin ilgisini çekebilirlerse o denli başarılı sayılırlar. Masum ve mağduru oynamayı asla elden bırakmazlar. Bu gruba daha çok belli yaştaki küçük çocuklar, ve ne yazık ki kayıtsız şartsız üstlerine boyun eğmiş her yaştan, her cinsiyetten pasifliği huy edinmiş, yetki ve sorumluluk kaçkını büyüyememiş kişiler girer…

Gelelim bu gruba giren ve yaşları henüz tek haneli yaştaki çocuklara. Onlar için amaca ulaşmanın en etkili silahı olan tutturma yöntemini uygulamaya bayılırlar. Özellikle kalabalık ortamları, nine ve dedelerinin bulunduğu yerleri seçerler. Böylesi uygun avlanma ortamlarında, tutturma histerileri önüne geçilmez felakete dönüşür. İsteklerini alçak sesle gündeme getirişin ardından baktılar ki işler yokuşa sarıyor, mızırdanmaya, olmadı ağlamaya, tepinmeye, işi oturma, sürünme, hatta yuvarlanma eylemine kadar vardırırlar. Çevreye daha fazla rezil olmayı göze alamayan anne baba bir kerecik teslim bayrağını çekti mi, “yandı gülüm keten helva” demektir. Çünkü bu davranışın giderek kronikleşeceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktur.

Her türden sorundan, sorumluluktan kaçan, bunun sonucu kişilik(sizlik)lerini başkalarına kolaylıkla teslim edenlere gelince. Sevgili Tuna, bu türden örnekleri ileri yaşlarda görerek, yaşayarak nasıl olsa hayat öğretecek sana. Sadece şunu belirtmekte yarar var. Bu gruba girenlerin uyguladığı yöntem çok fazla inat, çok daha uzun bir zaman dilimi gerektirir. Nakarat tınılı, bıktırıcı, usandırıcı, sonunda karar vericilerin “lanet olsun”uyla, “Büyüklük bende kalsın”ıyla noktalanır. Taktiksel bir savaş oyununa benzeyen bu yöntemde kazanan ise çok önceden belli gibidir. El etek öpmenin, ceket düğmesi iliklemenin, bel ve boyun eğmenin bile destek kuvvet olarak kullanıldığı bu başarılı(!)yöntem, çağlar boyunca hemen hiç değişmemiştir.

Gelelim tuttuğunu koparanlara… Onlar da kararlı, sabırlı, onurlu bir yapıya sahiptirler. Elde etmek istediklerini ön elemeden geçirdikten sonra doğru zaman, doğru ortamı kollayarak, ısrarcı ve dayatmacı olmayan bir dille yakınlarına, üstlerine aktarır. Hatta zamanla öylesine bir izlenim bırakırlar ki, “Madem istiyor, mutlaka almalıyım/ vermeliyim. Gereksinimi/hakkı olmasa asla istemezdi. Hay Allah, nasıl oldu da fark edemedim.” Türünden düşündürürler. İsteğin muhatabı neredeyse kendisini suçlar hatta utanır hale gelir. İstekler, gerekçesi ne olursa olsun olumlu sonuçlanmadığı yada bir şekilde unutulduğu halde, söz verenlere bir daha kesinlikle anımsatılmazsa, ardından gelecek isteklerin yerine getirilme şansı yüzde yüzdür.

Sen, sen ol sevgili Tuna, her olayda olduğu gibi aklını, mantığını, duygularının en az birkaç adım önünde yürüt. İstekte bulunan değil istekte bulunulan ol. Sahip olduğun aklı, aklınla beslediğin, duygularınla içselleştirdiğin gücü kesinlikle başkalarının kullanımına izin verme. Çünkü onu hiç kimse, senin kadar yerli yerinde kullanamaz. Göreceksin bak, böyle davrandığın sürece, tüm insanların sana bakışı değişecek. Sevgisi, saygısı çok daha farklı olacak; güvenilir, kararlı, ilkelerinden ödün vermeyen, her zaman haklıdan yana tutumunla, düzgün bir kişilik olarak seni, gönüllerinde eşsiz bir yere oturtacaklar. Umarım, “yıllar önce dedem böyle yazmıştı” dersin.

Deden Erdoğan BOZBAY
27 Aralık, 2011


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 10

“Armut Dibine Düşer”

Sevgili Tuna;

7. kasım. 2011 pazartesi günü benden, “yarın, boyu yarım metrenin biraz üzerinde, ağzı var dili yok, görme yetisi bulanık, her şeyiyle birilerine bağımlı bir bacaksız, düşüncelerinizi, düşlerinizi umutlarınızı tek tek ele geçirecek. Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?” türünden bir sorunun yanıtlanması istenseydi kesinlikle; “Benimle dalga mı geçiyorsunuz” der ciddiye bile almazdım. Ama 8. kasımdan bu yana, hemen her gün o sorudaki her sözcüğün düşüncelerimi kuşattığını, yüreğimin derinliklerine kök saldığını yazmama bilmem gerek var mı?

İkinci ayının sonlarına yaklaştığımız, 45- 50 günlük beraberliğimiz süresince, daha birbirimize tek kelime bile etmiş değiliz. Anlamlı bir gülüşün de söz konusu değil. Bakıyor görünsen de, beni tanıdığını söylemek saf dillik olur. Peki öyleyse, nedir sana duyduğum bunca sıcaklık, bağımlılığa varan bu kuşatılmışlık. Bence bunun tek mantıklı açıklaması var, o da masumiyetin sevgili Tuna. Karnının acıktığını anlatma şeklin masumca, altının kirliliğini anlatma yöntemin masumca, gazın olduğunda, yatmaktan sıkılıp, misler gibi kokan başını omzumuza koyup dolaşma isteğini dillendirme biçimin masumca, annen yakınına geldiğinde gizil bir takım dürtülerle ona sevinç gösterilerinde bulunman, altın açıldığında, hedef gözetmeksizin baştan aşağı ıslatman, ışıltılı, şıkırtılı şeylere oyuncak tadında tepki vermen, hepsi ama hepsi masumca.

Peki, ne zamana kadar sürecek bu masumiyet. Onu yitirdiğini göreceğim günler gelecek diye ödüm patlıyor. Ama ödümün patlaması çözüm değil elbet. Ne yazık ki, her canlı doğarken en masum haliyle dünyaya gelir. Zaman geçtikçe biz büyükler onu, adım, adım kendimize benzetir, sonra da yarattığımız varlıktan yakınır, “kime çekmiş bilmem ki !” diye yaka silkeriz.

Bir söz vardır ülkemizde; “Armut dibine düşer. ” Elbette tartışılmayacak bir sözdür. Ama dikkatler nedense hep meyveye odaklanır, ağaca değil. Oysa siz, “asıl önemli olan ağaçtır” deyip, aşısını, budamasını, ilaçlamasını, sulamasını, gübresini zamanında verirseniz, yani gereken değeri, emeği esirgemezseniz, dibine düşen meyveler de göğsünüzü kabartacak nitelikte olacaktır. Sözcüklerin yeterliliği ölçüsünde açıklamaya çalıştığım bu halk deyişini, ağzını doldurarak sık sık yineleyenlere sormak lazım. “Sen nasıl bir armut ağacısın ki, dibine düşen meyvelerini beyenmiyorsun ! Önce kafanı kaldırıp kendine bir baksan, o zaman anlayacaksın hatanın kimden kaynaklandığını.”

Sevgili Tuna, sana ancak kendi adıma söz verebilirim. Benden, pembe dahil, hangi renkte olursa olsun kesinlikle yalan duymayacaksın. Sana yerine getiremeyeceğim hiçbir konuda da söz vermeyeceğim. Gücü hep kendinde aramanı, güçlü olmak için de kendine çok ama çok emek vermen gerektiğini öğreteceğim. Ayrımcılığın her türünün insana yakışan bir düşünce olmadığını, her insanın, her düşüncenin ciddiye alınır bir yanının olduğunu, hak edilmeyene el uzatılmaması gerektiğini, gramajı ne denli küçük olursa olsun çıkar için kişiliğini paspas niyetine kullanmamanı öğütleyeceğim. Sevginin insanı zenginleştirdiğini, kinlerin yıprattığını, hırsların belli bir dozajdan sonra fren tutmayan araca dönüştüğünü bir kez daha anımsatmama bilmem gerek var mı !

İnsanı zenginleştiren sevgilerin en vazgeçilmezi de sanırım ülke sevgisi. Bu ülkeyi, bu ülkenin insanlarını çok seveceksin. Unutma ki ülken güçlüyse sen de güçlüsün, ülkenin insanları mutluysa sen de mutlusun. Yaşamım boyunca iyi bir ağaç olmak için çaba sarf ettim sevgili Tuna. Çabalarımın sonucunun ne olup olmadığını zaman gösterecek. Baban bunu düzgün kişiliği, adam gibi adamlığıyla büyük ölçüde kanıtladı, kanıtlamaya da devam ediyor. Sıra sende sevgili Tuna. Göreyim seni. Herkesin imrenerek gıptayla baktığı, sözcüklerle tanımlayamadığı, eşsiz ve görkemli bir meyve nasıl olunurmuş göster onlara…

Deden Erdoğan BOZBAY
29 Aralık, 2011


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 11

Sahi, Büyük İkramiye Kime Çıktı?

Sevgili Tuna;

Hiç değişmeyen bir umut pazarlamasıdır şans oyunları. Aralık ayının özellikle ikinci yarısında yazılı, görsel basının en çok pompaladığı haberdir.” Bu yıl büyük ikramiye …… milyon/milyar lira. Bakalım talih kuşu kime yada kimlere şans getirecek.” Yıl içindeki rutin çekilişlerle kıyaslanmayacak büyüklükteki ikramiyenin miktarı bile insanların akıllarını başlarından almaya yeter. Aklımda kaldığı kadarıyla bu yıl büyük ödül 40 milyon. Gerçekten çılgın para, insanı çıldırtacak denli çılgın. Babaannenle ben de bu modaya uyduk, ilk kez senin şansını da referans kullanarak talih kuşuyla daha yakından tanışmak istedik.

Yine her yıl aralık ayının son, ocak ayının ilk günlerinde geçen yıl birçok yönüyle sorgulanır. Gazeteler, dergiler özel ekler, almanaklar hazırlayarak o yılı ölümsüzleştirmeye, araştırmacılar yada meraklıları için kalıcı bilgiler, kitapçıklar verme yarışına girer. Her geçen yıl giderayak, acı tatlı yanlarıyla birçok anılar bırakır, insanlığı, toplumları, aileleri, bireyleri bir sonraki yıla emanet eder. Ardına bile bakmadan çekip gider.

Dünyanın , ülkemizin kazanç ve kayıplarını merak ettiğinde, sözünü ettiğimiz yazılı kayıtlardan nasıl olsa öğrenme olanağın olacak. Biz gelelim ailemizde yaşananlara.

2011 yılının bizler açısından hayli dolu geçtiğini söyleyebilirim. Ne yazık ki, sağlık açısından çok sıkıntılı bir yılı geride bırakmak üzere olduğumuzu belirtip, şöyle bir özetlemeye çalışayım. İlk kaybımız annenin dayısı, senin de büyük dayın olan Muhittin dayıyı Eskişehir’de yitirdik. Ardından babaannen birisi başarısız iki ameliyat geçirdi. Özellikle ikincisinde çektiğimiz ruhsal acı anlatılır gibi değildi. Neyse ki laboratuar sonuçları iyi geldi de rahat bir nefes aldık. Derken Cansu Hala’nın, bebek bekleme sevinci yaşadığı günlerde, dış gebelik tanısı konuldu, geçirdiği ciddi bir operasyonla sağlığına kavuşabildi. Bizleri rahatlatmak için Alanya’ya gelen Ercan Amcanlar dönüş yolunda, Beyşehir Gölü kıyısında geçirdikleri çok vahim bir kazayı, hafif sayılabilecek bir hasarla atlattılar. Hafif dediysem araba hurdaya çıktı, Mukaddes halan hala çelik korseler içinde. Daha dur, Müge halan apandisit tanısıyla gittiği acil serviste, deneyimli bir doktorun müdahalesiyle kurtuldu. Meğerse kist patlamış, çok ciddi bir tehlikenin kıyısından dönmüş. Baban, sindirim sistemi şikayetiyle gittiği kontrolden bağırsaklarında oluşan ve iyi huylu olduğu anlaşılan poliplerden erken tanıyla kurtulmuş oldu. Annen zorlu bir hamilelik sonrası ödül olarak seni kucağına aldı. Can amcan, askerlik görevini depremin yerle bir ettiği, soğuğun, terörün iyiden iyiye azgınlaştığı Van’da yapıyor. Peş peşe sıralanınca ortaya ürkütücü bir tablo çıktığının farkındayım. Anımsadığım mutlu olaylar da var tabii. Örneğin Medine teyzenin evlilik haberi. Yıllardır direnç ve de inatla sürdürdüğü ilişkiyi mutlulukla noktalamış olması kararlılığa güzel bir örnek. Bir diğeri ise şımarıkların arasında yapamayacağım deyip okulunu değiştiren Akın Amcan babanın da okuduğu Gazi Üniversitesi’nde iki bölüm birden bitirdi, Elçin halan ise ailenin ilk hukukçusu olmak için üniversiteye adımını attı.

Yaaa sevgili Tuna; insanlar çekilişlerin, biletlerin, büyük ikramiyenin peşinde çırpındıkça gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Zavallılar bilmezler ki, değeri asla rakamlara dökülemeyecek en büyük ikramiye 8. kasım.2011 saat 08.45 te bize çıktı. Hem de ne ikramiye. Her geçen gün daha da büyüyen, büyüdükçe mutluluk veren, mutluluk verdikçe yaşam sevincimizi coşturan, coştukça insanlara, dünyaya daha sevecen, daha hoş görüyle baktıran böylesine bir ödülün eşi benzeri olabilir mi? Hangi hazinenin içindekiler böylesi bir mutluluğun ederini karşılayabilir? Ama biz yine de sevincimizi alçak sesle kendi içimizde dillendirelim, büyük ikramiyenin bize çıktığından kimselere söz etmeyelim. Yazık, insanların hevesleri kaçmasın, umutları kırılmasın, beklentileri mum alevi misali sönüp gitmesin. Nice sağlıklı, huzurlu, mutlu, şans ve başarılarla bezenmiş yıllara sevgili Tuna’m…

Deden Erdoğan BOZBAY
30 Aralık, 2011


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 12

Nereden Nereye !

Sevgili Tuna;

İnsan şöyle bir geriye dönük düşününce hayretler içinde kalıyor doğrusu. Hayretler içinde kalmak bir yana, film şeridi gibi belleğimizden akıp geçen toplumsal bir takım olaylara tanıklığımız bile sisler ardına gizleniyor. İstersen, sis perdesini biraz arayalım, zamanda kısa bir yolculuğa çıkalım.

Hiç zorlanmadan aklıma geliveren ilk görüntü. Kütahya’da hemen her dükkan sahibinin sıkça başvurduğu, sandalyelerin güvenlik olarak kullanılması olayıdır. Günümüzde, özellikle büyük kentlerde pek göremediğimiz bu gelenek insanların ne denli birbirlerine güven duyuşunun en güzel örneklerindendir. Annenizin tutuşturduğu liste elinizde, bakkala yada manava gidersiniz. Bir de bakarsınız ki açık kapının girişine ahşap bir sandalye konulmuş. Hem de yanlamasına. Bunun anlamı, “çok uzakta değilim, hemen döneceğim”dir. Kimse de o sandalyeyi kenara çekip içeriye girme girişiminde bulunmaz.

Bir diğer ilginç örnek yine Kütahya’dan. Suyu bol kentlerden olan Kütahya’da hemen her caminin altında abdest alma yerleri ve helalar vardı. Bazılarında küçük 15 kuruş, büyük 25 kuruş yazardı. Çıkıştaki görevli kim kaç kuruş verirse onun sözüne inanırdı. Hatta “sadece abdest aldım yada elimi yüzümü yıkadım” diyenlerden para bile alınmazdı. Şimdilerde ise tapu gibi kağıtlara yazılan iri harfli ve bol rakamlı ücretler girişte peşin alınıyor.

Babaannemin sıkça anlattığı bir olay da toplumsal güvenin eşsiz örneklerinden biridir bence. “Bizler kilit anahtar kullanmazdık evladım. Biri kapıya, diğeri de kapı kasasına olmak üzere iki çivi çakardık. İple de çivileri birbirine tuttururduk, kapı açık kalıp da hayvanlar girmesin, ama komşuya bir şey lazım olursa kolayca girip alsın diye…

Eskişehir’de halamların bahçesinde gördüğümde çok şaşırmıştım “komşu kapısı”nı. Bu daha ziyade yan komşularla değil de arka bahçeleri sınır komşulara tanınan bir ayrıcalıktı. Sokağa çıkıp onca yolu dolanmamak için komşular, bahçe duvarına, acil durumlarda kullanılmak üzere, küçük bir kapı açarlardı. Şimdi ise insan boyunun birkaç katı duvarlar çekiliyor. O da yetmezmiş gibi üstüne gerilen tellere elektrik bile veriliyor.

Karnınız guruldamaya başladı. Ayak üstü bir şeyler atıştırmak istiyorsunuz. O zamanlar fastfoodlar filan yok tabii. Tek seçenek simitçiler. Baktınız köşede simitçi tezgahı, içinde de nar gibi simitler, ama simitçi ortalarda görünmüyor. Hiç çekinmeden istediğinizi alın parasını da sizden öncekilerin bıraktığının yanına bırakın. Afiyet olsun.

İşe geç kaldınız. Çocuğa da süt almanız gerekli. Bakkala koşturdunuz. Süt kasaları gelmiş, nar gibi ekmekler de çuvalda duruyor. Bakkal uyuyakalmış herhalde. Hiç çekinmeden sütünüzü, ekmeğinizi alıp, gönül rahatlığıyla evinizin yolunu tutabilirsiniz. Hiç kimse bu davranışı yadırgamaz. Bilirler ki, sabah bakkalın yokluğunda alınanlar, akşam iş dönüşü eksiksiz ödenecektir.

Ya ahiretliklere ne demeli ! İki insan birbirini çok sevdiğinde yapılan bir ritüeldi bu. Kalabalık bir davetli önünde düzenlenen bir törenle iki insan kardeş olur, birbirlerine hediyeler alır ve ölünceye kadar ahiretliğini, kardeşlerinden üstün tutacağına yemin ederdi. Günümüzde ise, öz kardeşe bile tahammülü yok insanların. Öyle olmasa, “Ne dirime ne ölüme “ sözü giderek böylesine yaygınlaşır mıydı?

Kan kardeşleri de unutmayalım. Onlar da ahiretliklerin başka bir versiyonuydu. Özellikle genç adayı çocuklar arasında yaygınca görülürdü. Çok sevgili iki arkadaş kollarına attıkları çizikten çıkan kanı emerek, kan kardeş mertebesine çıkarlardı. Bundan böyle onlar, aynı kanı taşıyan öz kardeşlerle eşit yakınlıkta olurlardı. Kan kardeşliğinin ömrü, kavak yelleriyle birlikte sonlanabileceği gibi, ömür boyu da sürebilirdi.

Kim bilir daha nice toplumsal değerlerimiz, acımasız erozyonla birlikte yok olup gitti. Mahallenin namusunu gönüllü üstlenen sokağın …abisi, Mahalle kasabı, mahalle bakkalı, mahalle kahvesi, berberi, sütçüsü, ebesi, iğnecisi, başı sıkışan herkesin çekinmeden danıştığı ……… amcası yada………teyzesi, abisi, ablası vb. türünden kavramlar vardı. Şimdilerde hepsi yerlerini güvenlik şirketlerine, psikolojik danışmanlıklara, cafelere, mega, hiper, süpermarketlere, uzun ömürlü sütlere, saç dizayn merkezlerine bıraktı.

Sizler erişkin yaşlara geldiğinizde, belki çevrenizde bunları soracağınız insanlar bile kalmayacak. İşte o kuşkudan hareketle sana, tanıklık ettiğimiz bir takım güzellikleri, yitirilmemesi gereken değerleri aktarmayı bir borç bildim. Umarım eksik kalanları da başkaları tamamlar. Öyle değil mi kanka!

Deden Erdoğan BOZBAY
5 Ocak, 2011


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 13

GORDION’dan Kördüğüme

Sevgili Tuna;

Biliyor musun, bugün aklım hep sen de takılı kaldı. Dün akşamdan biliyordum aşıya gideceğinizi. Koruyucu aşıların kaçınılmaz bir önlem olduğunun da bilincindeyim. Ama baban evde yalnız olduğumu bildiği için, sıkılmayayım diye telefonla size çağırdığında gitmemeye karar verdim. Çünkü telefon almacına ulaşan ağlama sesini duyduğum an gitmeme direncim, gitme özlemime ağır bastı. Kaldı ki sen ağlama krizine girdiğinde ne fotoğraf çekesim geliyor, ne de kamera kaydı alasım. Sana bir şey itiraf edeyim mi Tunacığım, “masum gözdeki yaş” kadar hiçbir şey beni canevimden vuramaz. Hele de bu sen olursan. Genelde uslu çocuksun. Her tür ağlama biçimini yorumlamak mümkün. Ama ses tonun yakarışa dönüştüğünde, giderek gözlerinde yaşlar biriktiğinde çaresizliğim artıyor be Tuna. Duygularım yüreğime, düşüncelerim beynime dolanıyor bir sarmaşık gibi. Bir türlü çözemiyorum. Oysa ben Gordion’a çok yakın bir köyde doğmuşum. Beyliköprü’de. Karmaşık şeyleri çözmeyi severim. Hatta bir özdeyişim bile vardır bu konuya ilişkin;

Çözümsüzlüğe gebedir her çözüm,
Gordion’dan(*)miras kalan kördüğüm,
Gelir kucağıma kurulur.
Bir uç yakalarım sonunda,
Umutla umutsuzluk kol kola.

Biliyor musun sen çok güçlü adamsın. Desteksiz, başını dik tutabiliyorsun. Ufak bir yardımla yattığın yerden doğrulmaya çabalıyorsun. Aşının yan etkilerini bu gece kolaylıkla atlatırsın. Umarım yaşamın boyunca bedensel ve ruhsal acılara dayanma eşiğin de yüksek olur, sorunlarla baş etmenin yollarını mutlaka bulursun. Kolayına pes etmez, yılgınlığa düşmezsin.

Şu bir gerçek ki sevgili Tunam, insanlar bulundukları konumun, durumun, kazanımın, diyetini ödemek zorundalar. Madem ki dünyaya geldin, o halde sağlıklı bir yaşam için elinden geleni yapmalısın. Gerçi şimdilik bunları senin adına annenle baban yürütüyor. Bu işin aşısı var, ilacı var, dengeli beslenmesi, uykusu, banyosu, temizliği var. İleride okulu var, sporu var, arkadaşlığı, dostluğu var. Giderek sevgisi var, aşkı var, işi, eşi, çocuğu hatta torunu var. Her birinin kendine özgü sıkıntıları, kendine özgü mutlu yanları var. Hepsinden önemlisi her biri emek ister, çaba ister, diyet ister. Gerekirse dağlar aşılır, gerekirse göz yaşları dökülür, sabahlara kadar uykusuz kalınır, delik kovalarla sular taşınır. Ama emek vermeksizin bir şeyleri elde etmek mümkün değildir. Hele hele zorluklar karşısında tabana kuvvet kaçmak asla.

Neyse, bırakalım şimdilik bu incelikli, netameli konuları, zamanı gelince nasıl olsa bol bol konuşacağız(!). Söyleşimizi, 1994 lerde yazdığım şiirimsi bir anlatıyla noktalayalım…

Tozlu yollarda oynadık çocuksu tutkularla,
Akşamları, sımsıcak limanlara(evlerimize) sığındık.
Mavi göklerde uçurduk düşlerimizi, uçurtmalara inat,
Çocukluğu unutma Tuna’m,
Çocukları asla.
Nice çiçekler gördük, dallarında kurumuş,
Acıları beyaza,
Bulutları maviye boyadık.
Kavgayı unut Tuna’m,
Barışı asla.
Doğan günle beslendik,
boy attık günbegün,
Dallandık,
Çiçeklendik,
Renklendik.
Yaşamak güzelmiş dedik yürek dolusu.
Ölümü unut Tuna’m,
Yaşamı asla.

Deden Erdoğan BOZBAY
9 Ocak, 2011

(*) Polatlı yakınlarında Phyrigia Krallığı’nın eski başkenti
Not: Bugün bizim okulun(Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi) kuruluş yıldönümü, senin anlayacağın yaş günü….


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 14

Sevmek Dokunmaktır (*)

Sevgili Tuna;

Mutluluğun da tedirgini olur muymuş dediğini duyar gibiyim. Evet insan, hem mutluluğu hem de tedirginliği iç içe yaşayabiliyor. Bakalım anlattığımda bana hak verecek misin?

Sahi dün ayın kaçıydı Tuna, ocağın on biri miydi? Evet, annenle baban dün birkaç saatliğine evden ayrılmak zorunda kaldılar. Baban neyse de annen ilk kez bu kadar uzun süreliğine seni yalnız bırakacaktı. Bizim de seninle ilk yalnızlık sınavımız olacaktı bu Hem de zorlu bir sınav. Gerçi annen, acıktığında sana verilmek üzere buzdolabına süt koymuştu. O bizim için büyük bir güvenceydi tabii.

Neyse, annenle baban gittikten kısa bir süre sonra huzursuzlanıp ağlamaya başladın. Baktık sinirlerin giderek bozuluyor, buzdolabındaki sütün bir kısmını ısıtıp siz beyefendiye sunduk. Maşallah Tuna, kıtlıktan çıkmış gibi hepsini götürdün. Uykun gecikiyor diye kucağımıza alınca da bir kısmını kustuktan sonra rahatlar gibi oldun, uykuya doğru yelken açtın. O ne biçim uyku be Tuna. Eskilerin tilki öldü dedikleri türden bir şey. İhtiyarlar gibi şekerleme yapıyorsun. Babaannem bu türden sığ uykulara, “Tilki Öldü Uykusu” derdi. Bir iki yatağına yatırma girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca, üçüncü kez kucağımdan indirme cesareti gösteremedim. Eh, ondan sonra oldu olanlar. Yayıldıkça yayıldın, kendini saldıkça saldın, mışıl mışıl bir uykuya daldın. Uyanmayasın diye öksürmek, oturuş biçimini değiştirmek bir yana nefes bile almadım desem yeridir. Hatta başını öylesine boynuma dayamışsın ki, uzun süre boynum eğri dolaştım. Boynum eğri de kalsam, popoma kemikler de batsa, belim de ağrısa umurumda değil. İtiraf etmeliyim ki, son yıllarda böylesine huzur dolu saatler yaşamadım. Bana mutluluk veren sıcaklığını, nefesini, kokunu, masumca çıkardığın gülme seslerini ömrüm boyunca beynimin en özel köşesinde, kutsal bir emanet gibi saklayacağım.

Bir de işin tedirginlik boyutu vardı tabii. Acaba bu kadar uzun süre seni kucakta uyutmak doğru muydu? Rahat edebiliyor muydun, yoksa bir tarafların sıkışıp, eziliyor muydu? Belki de sıcaklığın katlanıp terliyordun? Her şeyden önemlisi, böyle uyutmakla sana kötü bir alışkanlık mı kazandırıyordum? Olayı babaannenle enine boyuna irdeledikten sonra, bir daha böyle yapmayalım kararını almışken, imdadımıza, Heidi MURKOFF yetişti.

‘Bebeğinizi Beklerken’ kitabının yazarı olan Murkoff Türkiye’ye gelmiş. Televizyonda yaptığı söyleşide kısaca söylediğine göre; Bebeklere, çocuklara hatta büyük insanlara bol bol dokunun, sarıp sarmalayın.Anne rahminde koruma altında olan bebeğin, dünyaya geldikten sonraki geçiş sürecini kolayca atlatabilmesi için bol bol kucağınıza alın, yalnız olmadığı duygusunu verin. Sevgiyle dokunulan, yıkanıp masaj yapılan bebek daha huzurludur. Huzurlu olduğu için daha iyi beslenir, daha iyi uyur, daha hızlı büyür. Özellikle anne ve babanın, daha sonra da nine, dede ve diğer yakınların dokunuşları bebekler için çok önemlidir.Yanılmıyorsam Erich FROMM’un bir sözü ya da bir kitabının adıdır:“SEVMEK DOKUNMAKTIR”. Seni seviyoruz be Tunacığım, hem de çok seviyoruz…

Deden Erdoğan BOZBAY
12 Ocak, 2011

(*) Erich Fromm’dan?


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 15

BEYAZ GEMİ (*)

Sevgili Tuna;

Yıllar önce bir roman okumuştum Cengiz Aytmatov’dan. Masal mıydı gerçek miydi hala düşünür dururum. O zamanlar çok etkilenerek okuduğum, daha sonra filmini de izlediğim bu masalı, sana eksiksiz anlatabilmek için tekrar okudum. Hem de ne okumak. Satırların altını çizercesine, tümceleri kaynaktan su içercesine, her satırla kendimden geçercesine…

Gelelim öykümüze… Yıllar önce, Kırgız dağlarında bir çocuk yaşarmış. İnce boyunlu, koca kulaklı, iri yuvarlak kafalı bu çocuğun Mümin dedesinden ve köpeği Baltek’ten başka kimsesi yokmuş. Aslına bakarsanız yaşadıkları Orman Bakım Evi’nde, çocuğu olmadığı için kocasından sürekli şiddet gören Büke Teyze, sevgisizlik örneği kocası Urazkul, akıl küpü Gülcemal, kocası bön Ahmet ve küçük kızlarından başka insan da yaşamazmış. Ara sıra uğrayan dükkan kamyoncu ve tomruk yüklü kamyonları süren şoför abilerin dışında da pek kimseleri görmezmiş. Beş altı yaşlarındaki bu zavallı çocuğun tüm arkadaşları kayalar, otlar, ağaçlar ve hayvanlarmış. Canı sıkıldıkça onlara koşarmış hep. Her birinin de bir adı varmış. Hiç isimsiz arkadaş olur muymuş. En sevdiği taşların adları yatan deve, eğer, kurt ve tankmış. Şeklini bir şeye benzetemediklerine de zararlı, iyi yürekli, kurnaz, aptal gibi isimler takmış. Otların, çiçeklerin de isimleri varmış elbet; aslan yürekliler, korkaklar, şirretler. En belalısı ise deve dikeniymiş. Yağmurla, rüzgarla, güneşle de dostmuş bizim ufaklık. Onların dilinden, sesinden, sisinden, öfkesinden, nefesinden çok iyi anlarmış. Bunların hepsini dedesinden öğrenmiş.

Dedesi ona çok güzel masallar da anlatırmış. Anlatmak ne kelime anlatırken yeniden yaşarmış, yaşatırmış. Bunların içinden “Geyik Ana” masalını hiç unutamazmış. Geyik ana masalını sen de mi merak ettin mi sevgili Tuna. Dur sana özetleyivereyim. “Kırgızlar, mutlu bir şekilde yaşayıp giderken, bir gün komşuları tarafından kılıçtan geçirilmiş. Yalnızca ormana giden bir kızla bir oğlan çocuğu sağ kalabilmiş. Onları, yavrularını kaybeden bir geyik büyütmüş. Zamanla Kırgızlar çoğalmışlar, çoğalmışlar. Atalarını emziren geyik anayı ise hiç unutamamışlar. Derken yaşlı bir Kırgız öldükten sonra evlatları, zenginliklerini gösterebilmek için mezarını, yaşlıların karşı durmasına rağmen geyik boynuzlarıyla süslemeye karar vermişler. Giderek bu kötü düşünce öylesine yaygınlaşmış ki, dağlarda avlanmadık maral kalmamış. Geyik ana da yavrularıyla birlikte Kırgız Dağlarını terk etmiş. O günden sonra Kırgız dağlarında geyikler görünmez olmuş”

Bizim ufaklık, zaman zaman dedesinin dürbününü alır, yakındaki Muhafız Dağı’ndan Issık Gölü’nü seyredermiş. En sevdiği şey ise göldeki Beyaz Gemi’ymiş. Söylentiye göre babası bu gemilerde çalışırmış. Dinlediği masalların etkisiyle olacak o da zamanla kendi masalını yazmaya başlamış. Öncelikle balık olurmuş mesela. Başı kendisi, kuyruğu aynı balık. Hemen dereye atlar, o dereden o dereye derken kendini Issık Gölü’nde beyaz geminin yanında bulurmuş. Kıyıdan da köpeği Baltek onu izlermiş. Güvertede kendisini tanıyamayan babasına uzun uzun seslenirmiş: Baba, baba …. Adam sonunda onu duyar, tanır, gemiye çeker, kucaklarmış. Uzun uzun sarılarmış birbirlerine. Gemiden ayrılmak istemezmiş.

Dedesi hamarat Mümin, düğünlerde, ölümlerde herkesin yardımına koşan, ezik, alay konusu bir ihtiyardır. En büyük belası da damadı ve acımasız amiri Urazkul’dur. Kaba bir adamdır Urazkul. Çocuğu yoktur. İçer içer eşi olan Büke teyzeyi döver. İnsanları sevmez, çocukları sevmez, ağaçları sevmez, hayvanları hatta Geyik Ana’yı bile sevmez. Mümin dedenin komşu köyde okula başlayan torununu almasına bile izin vermez. Ağaçları, amirlerine yakalanmaktan ödü koptuğu halde, ufak paralar ve ziyafetler karşılığında ona buna peşkeş çeker. Bir gün, kaçak kesilen ağacın kamyona yüklenişi sırasında olanlar olur. Mümin dedeyle torununu, Kırgız dağlarına dönüşleriyle mutlu eden üç adet maralın, kötü kalpli insanlarca da görülmesi sonucu büyü bozulur . Ne yazık ki, ağacı almaya gelen Köketay da dere kıyısında maralları görmüş, arkadaşı Urazkul’dan akşam için ziyafet sözü bile almıştır.

Çocuk son günlerde çok hastadır. Sürekli sayıklamakta, soğuk sularda yüzerek Beyaz Gemi de babasıyla sık sık özlem gidermektedir. Bir ara uyanır gibi olur. Dışarıdan seslerle karışık et kokuları gelmektedir. Son bir güçle bahçeye çıkar. Bir de bakar ki, Urazkul baltayla yerdeki geyik kafasındaki boynuzları kırmaya çalışmaktadır. İşin daha da vahimi geyiği, işten atılmamak, evsiz kalmamak ve torununu okutabilmek için sevgili dedesinin vurduğunu öğrenmesidir. Bütün umutları, bir anda toz toprağa bulanan geyiğin gözleriyle birlikte sönmüştür. Kimselere görünmeden, sürüklenircesine dere kıyısına ulaşır. Halsizdir, ateşler içinde yanmaktadır. Çelimsiz bedenini, kendisini Beyaz Gemi’ye götürecek buz gibi sulara bırakıverir.

Öykü böyle biter bitmesine ya böylesi bir sonu içime sindiremezdim. Sevgili Tuna, yıllar önce bu kitabı ilk okuduğumda da çocuğun yerine kötü ruhlu Urazkul’u bir punduna getirip sulara itivermiştim. Soğuk sularda çırpınarak uzun süre sürüklenen Urazkul’un, Issık Göl’e vardığında davul gibi şiştiğini hayal ederek, o masum çocuğun hıncını almıştım. Romanın ilk sayfalarından son satırlarına değin sürekli yalnızlık ve acı çeken minicik çocuğun kötü kaderini bir şekilde değiştirmenin verdiği mutluluğu, yıllardır yüreğimde besler dururum.

Söylendiğine göre, Issık Gölü’nde halâ Beyaz Gemiler yüzermiş. Gemilerle seyahat edenler, üzeri sadece çalılarla kaplı, ağaçsız, geyiksiz, çocuksuz Urazkul adacığının yanından geçip gittiklerinin farkına bile varmazlarmış. O sevimsiz adacığı bir tek babasına sıkı sıkıya sarılmış çocukla can dostu Baltek görürmüş. İki dost, hiçbir canlının dahi yaşamak istemediği Urazkul adacığını , ufukta bir noktaya dönüşünceye değin nefret dolu bakışlarla ve tiksinerek seyredermiş.

Deden Erdoğan BOZBAY
31 Ocak, 2011

(*) Cengiz Aytmatov’un bir eseri


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 16

Pulsuz Dilekçe(*)

Sevgili Tuna;

Sizlerin anne babanıza söylemek isteyip de söyleyemediklerinizi bakın yıllar önce Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu nasıl dile getirmiş. Doğrusu ondan daha iyi bir sözcü bulamazdınız. Bana da, O değerli bilim insanının kaleme aldığı bu satırları virgülüne dahi dokunmadan sizlere aktarmak düşüyor.

Sevgili Anneciğim, babacığım;

Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim:

Sürekli bir büyüme ve gelişme içindeyim. Sizin çocuğunuz olsam da sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın.

Deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Bana oyunda, arkadaşlıkta ve uğraşlarımda özgürlük tanıyın. Beni her yerde, her işimde koruyup kollamaya çalışmayın. Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim. Bana yanılma payı bırakın. Kendi işimi kendim görmeye alıştırın. Büyüdüğümü başka nasıl anlarım?

Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin. Ama siz beni şaşırtmayın. Hep çocuk kalmak isterim sonra. Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum. Ancak siz verdikçe almadan edemiyorum. Bana yerli yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutmayınca sizlere güvenim azalıyor.

Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın. Koyduğunuz kurallar ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyeyim. Ancak, hiç kısıtlanmayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız davrandığınızı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum.

Beni dinleyin. Öğrenmeye en yatkın olduğum anlar, soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve açık olsun.

Öğütlerinizden çok davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın. Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. Bunları çabuk unuturum. Ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar ve sürekli tedirgin eder.

Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi iz bırakır. “Ben senin yaşında iken…” diye başlayan söylevleri hep kulak ardına atarım.

Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Beni, korkutup sindirerek, suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın. Yaramazlıklarım için beni kötü çocukmuşum gibi yargılamayın. Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin. Suçumu aşmadığı sürece cezama katlanabilirim.

Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin. Başarmam için beni destekleyin. Hiç değilse çabamı övün. Bana güvendiğinizi belli edin. Beni başkalarıyla karşılaştırmayın; umutsuzluğa kapılırım.

Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın. Bana süre tanıyın. Yüzde yüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın, yalana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunalttığım sırada bile soğukkanlılığınızı yitirmeyin. Kızgınlığınızı haklı görebilirim, ama beni aşağılamayın. Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki ben de sizi yabancıların yanında güç durumlara düşürebilirim.

Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamaktan çekinmeyin. Özür dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz; aksine beni size daha çok yaklaştırır.

Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çabalamayın. Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur.

Biliyorum, ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırıklığına uğratıyorum. Bana verdikleriniz yanında benden istediklerinizin çok olmadığını da biliyorum. Yukarda sıraladığım istekler size çok geldiyse bir çoğundan vazgeçebilirim; yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın.

Benden, “örnek çocuk” olmamı beklemezseniz, ben de sizden kusursuz ana baba olmanızı beklemem. Sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter.

Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi. Ama seçme hakkım olsaydı sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim !

Sevgiler
Çocuğunuz

Mektup bu satırlarla bitiyor sevgili Tuna. Bir takım eklentilerle büyüsünü bozmak istemedim. Sadece şunu anımsatmam da yarar var.. Ne zaman dara düşersen, yakardaki düşüncelere aykırı davranışlarla karşılaşırsan, çekinmeden Atalay amcaya seslenebilirsin. O seni mutlaka duyacak, yardım elini, çocuk sevgisiyle dolu yüreğini mutlaka uzatacak, sorununa mutlaka bir çare bulacaktır. Anne babanla uyumlu, karşılıklı saygı, sevgi ve güvene dayalı huzurlu bir yaşam diliyorum. Şunu da asla unutma Sevgili Tuna. Bazen anne babamızla çözümsüzmüş gibi görünen çelişkiler yaşayabilir, bazı uyarılarına davranışlarına katlanamayabiliriz. Bakar mısın bu sorun olmayan sorunu Prof. Dr. Üstün Dökmen ne güzel yorumlamış: “Anne babalarımızın sayılabilir hataları, ama sayılamayacak güzellikleri, fedakârlıkları, doğruları vardır.” Nasıl, anlaştık değil mi sevgili Tunacığım !

Deden Erdoğan BOZBAY
8 Şubat, 2012

(*) Prof.Dr. Atalay Yörükoğlu’nun Çocuk Ruh Sağlığı adlı eserinden alıntı.
Not: Tunacığım, bugün dördüncü ayına girdin. Daha nice aylara, yıllara…


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 17

TUNA İle ARAS’ın Ankara Buluşması

Sevgili Tuna;

Her önemli karar öncesi olduğu gibi sünnet kararında da epeyce ön araştırma yapıldı, bilenlere danışıldı, yaşayanlara soruldu. Artıları eksileri senden önce masaya yatırıldı. Ve sonunda olman yönündeki düşünce ağır bastı. Sünnet, el becerisi isteyen bir iştir. O konuda da yapılan soruşturmalar sonucu eğilim, Bulgaristan göçmeni Kadir Mutlu yönündeydi. Bugün mü olsun yarın mı derken 1.mart 2012 Perşembe günü saat 15.00 de sünnet olman için sünnetçi Kadir Mutlu’dan gün alındı. Heyecanla beklenmeye başlandı.

Çarşambayı perşembeye bağlayan geceyi nasıl geçirdiğimi anlatamam. Sabahı zor ettim biçiminde özetlenebilir. Geçmek bilmeyen dakikaların ardından saat 14.30 sularında sünnetçinin önündeyiz.

Senden önce iki operasyon daha varmış. Birisi henüz olmuş, diğeri de sırada bekliyor. Bekleme salonunda gülmeler, ağlamalar, çığlıklar, birbirine karışmış. Miniklerin ağlama sesini bastırabilmek için müzik alabildiğine açılmış. Duvarlar, yakınları daha önce burada sünnet olmuş ünlülerle dolu. Safiye Soyman, Pascal Nauma, Ali Babacan vd. Küçüklerin yüzünde ekşimtırak bir acı, büyüklerde ise yorgun bir mutluluk okunuyor. Diğer iki erkek(!) adayı senden büyük. İyi ki hiç bir şeyin farkında değilsin sevgili Tunacığım. Çevreye sürekli gülücükler yağdırıyorsun. Giderek hayranlarından oluşan bir halka etrafını sardığında dudakların papyona dönüşüyor.

Derken sıra sana geliyor. Önce, acıyı hissetmemen için verilen hafif dozda uyuşturucunun ardından yarım saatlik beklemeye alınıyorsun. Sen süreni doldurmadan, bir de bakıyoruz Aras kardeşin sünneti tamamlanmış, bağırış çağırışlar arasında dışarı çıkarılıyor. Birkaç anı fotoğrafı çekiminden sonra, babaannen sizleri tanıştırmak için ortam hazırlıyor. Onda ürkmüş acılı bir yüz, sen de ise masumane bir gülüş. Kaderin cilvesine bakar mısın! Aras’la Tuna Ankara’da, Anadolu topraklarında buluşuyor. Haa, az kalsın unutuyordum. Aras’ın dedesi ve babası heyecandan içeri giremediler. Ara, ara yaşlı gözlerle operasyonu dev ekrandan izlemekle yetindiler.

Yardımcı bayanın,“Tuna Mergin Bozbay” seslenişiyle birlikte operasyon odasına doluşuyoruz. Babaannenin duygusallığı ağır basıyor; heyecanını yenemediği için içeri giremiyor. İster misin biraz da sünnet odasını anlatayım sana. Temiz çarşaf serilmiş(sanırım kağıttandı) masamsı bir yatak, iyi bir aydınlatma, temiz bir lavabo, steril aletlerin konduğu bir etajer, yatağın başucunda sünnet olanları oyalamak için org ve birkaç oyuncak. Hemen iş bölümüne geçiliyor. Baban ayaklarını tutuyor, renkli önlüklü abla gerekli aletleri veriyor, annen ellerini tutmanın yanı sıra seni yatıştırmak için sürekli konuşuyor, oyuncakları kullanıyor.

Beyaz önlüklü, pamuk helva sesli sünnetçi Kadir Amca ortalığı anında rahatlatıyor. Sanatçı Atilla Arcan’ın tek yumurta ikizi Kadir Mutlu Amca, mahir elleriyle operasyona çoktan başlamış bile. Ben ne mi yapıyorum? Elimde kamera, gözlerim sende, kulağım ağlayan sesinde hayatımın en zorlu olaylarından birine tanıklık ediyor, yaşamımın en berbat çekimini yapmaya çalışıyorum. Arada bir fotoğrafçı Maksat ağabey, hem bir iki kare fotoğraf çekiyor, hem de babaannene gelişmeleri anında aktarıyor.

Bize göre günlerce, saatlere göre ise, hiç durmaksızın göz yaşlarınla suladığın yarım saatlik ağlamanın ardından, göğsüne takılan kırmızı beyaz kurdeleyle işlem tamamlanıyor. Operasyon bitiyor bitmesine ama bozulan sinirlerin uzun süre yerine gelmiyor. Ta ki sünnetçi amcanın, sevgi dolu, yumuşacık bir ses tonuyla,“Gel benim toprağım, gel benim gerçek Tunam, Mavi Tunam” sözleri seni birazcık olsun sakinleştiriyor.

Anı olsun diye hazırlanan “ERKEKLİK BELGESİ”’ni(!)alarak, yorgun ama rahatlamış bir şekilde, eczaneden ilaçlarını bir an önce almak üzere aracımızın yolunu tutuyoruz. Hava alabildiğine soğuk, yerler buz pateni sahası, yüreğimiz hafiflemiş, zorlu sınavın ardından eli ayağı boşalmış öğrenciler gibiyiz. Tüm zorluklarına rağmen yaşamak güzel. Sıcacık aracımızın penceresinden, yorgun ve boş bakışlarla karlı Ankara manzarasına dalıp gidiyoruz.

Deden Erdoğan BOZBAY
2 Mart, 2012

Not 1: Fotoğraf çeken amca Kırgızistanlı’ydı. Adı Maksat. Kırgızcada da “MERGEN: Attığını vuran avcı, keskin nişancı” anlamına geliyormuş.

Not 2: İlginçtir, sünnet olduğunda 115 günlüktün. “1” ile “5”in arasına “0” koyduğunda doğduğun hastanedeki oda numarasını bulabilirsin.


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 18

Üç Sünnet, Üç Anı

Sevgili Tuna;

Sünnetin tarihçesi çok eski çağlara dayanıyormuş. Hatta ilk sünnetler taş bıçaklarla yapılırmış. Müslümanlık, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerin yanı sıra birçok çoktanrılı din, ırk ve kabilede sünnet uygulamaları çok yaygın görülürmüş. Uygulama yaşı ise bir haftalıktan ergenliğe kadarmış. Bu süre evlilik öncesine kadar uzayabilirmiş. Fazladan derinin kesilmesi kokulu bölge oluşmamasının yanı sıra kanseri de önlediğinden sağlıklı bir operasyon olarak yorumlanmalıymış. Başta Afrika ve Güney Amerika, Avustralya, Ortadoğu ve Hindistan olmak üzere dünyanın birçok yöresinde, kadınların da sünneti yaygın bir uygulamaymış. Bu yüzden birçok kadın kan kaybından hayatını kaybediyormuş.

Gelelim sünnetle ilgili anılarımıza. İlk anı benden olsun. Daha okula gitmediğim yaşlardayım. Tam bir sokak çocuğuyum. Çok yakınımızda oturan amcamlara gittiğimiz bir gün, annemleri dinlemeyip biraz daha oynamak istiyorum. Oynamak bahane aslında, “Pehlivanın Kahvesi’ndeki sünnet düğününü izleme merakımı yenemiyorum. Hay izlemez olaydım. Onca kalabalığın arasında amcam beni nasıl gördü, nasıl atmaca gibi kaptı, yaka paça sünnetçinin huzuruna çıkardı hala anlayabilmiş değilim. Gözlerimi açtığımda sünnet olan diğer ağabeylerle birlikte yatakta yatıyorum. Bir de acıyor ki meret sorma gitsin. O zamanlar uyuşturucu iğne filan yapıldığı yok. Ne kıyafetim var, ne şapkam, ne de anne babamın haberi. Oldu bittiye kurban gittik anlayacağın. Sokağın tozuyla, kiriyle önemli bir operasyonun gönülsüz kahramanı oluyorum. Annemler duyduklarında amcama çok bozuluyor bozulmasına ya sanki onun pek umurundaydı. Olan bana oluyor, ona ne ki ! Hiç olmazsa biraz para toplayabilsem. Ne gezer Sünnet olduğumuz kahvenin sahibi Pehlivan Amca’nın çocuklarına büyük paralar, bana da bozukluklar veriliyor. Çok bozuluyorum ucuza gittiğime..

İyileşmem için kaç günümü aldı anımsamıyorum. Pansumancı amcalar bizim adresi nereden bilsin! Kurtlu ağaçlardan toplanmış tozlarla yaralarım kurutuluyor. Tek derdim bir an önce sokaklara dönebilmek.

İkinci anımız babandan. Her sünnette olduğu gibi önemli olan işinin ehli elleri bulabilmek. Yaptığımız ön araştırmada bütün yollar, Mehmet Metin’den geçiyor. Konuşup, günü kararlaştırıyoruz. Arabada ben ve baban dışında, Ercan Amcan, liseden arkadaşım Mehmet amcan ve oğlu Taner var. Vakitlice sünnet evine varıyoruz. İçerisi kıyamet gibi. Seri imalat var sanki. Uyuşturucu, bekleme, sünnet işlemi derken kendimizi apartmanımızın önünde buluyoruz. Evde, başta babaannen olmak üzere, kalabalık bir meraklı grubu bizi karşılıyor. O günden aklımda kalan en önemli kare, Reşat dedenin kızarmış gözlerle babana gülümseyerek bakışı.

Babana bir iki kez gelen pansumancı Eşref Gökçe, ilginçtir senin de pansumanına gelen kişiymiş. Tabii, babanın pansumanı senin ki kadar kolay olmamıştı. Hatta babanın şu sözlerini asla unutamam. “Bırakın beni, yaşamak istemiyorum !”

Kendi aramızdaki mütevazı kutlamalar, slayt ve fotoğraf kareleri, o günden kalan birkaç buruk anı, hala albümlerde ve düşlerimizde yaşar, durur.

Üçüncü anıyı ilk kez Yozgat Boğazlıyan’lı Tanju Kozan (nam-ı diğer Kazım Kartal) amcandan dinlemiştim. Daha sonraları gazetelerde de fıkra olarak yayımlanmıştı.

Şehirlerarası sefer yapan otobüs mola yerine geldiğinde, tahmin edeceğin gibi herkes tuvaletlere koşturur. O gün de aynısı olmuş. Pisuarlarda kendisine sıra bulabilen şanslılardan birisi, sık, sık yandakine bakarak ha bire homurdanıyormuş. Sonunda sabrı iyiden iyiye taşmış olacak ki yandakine sertçe bir ses tonuyla sormuş. “Kardeşim sen Yozgat’lı mısın?!” , yandaki “Evet” diye yanıtlamış. Ardından bir soru daha gelmiş. “Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesinden misin?”. Beriki daha bir şaşırarak, “Evet” diye yanıtlamış. Konuşmayı başlatan kişi.”Peki, seni Kör Abbas mı sünnet etti?” Üçüncü soruya da”Evet” yanıtını veren Yozgatlı, merak ve şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılmış vaziyette,” Yav hemşerim, benim Yozgat Boğazlıyan’lı olduğumu, Kör Abbas tarafından sünnet edildiğimi nereden bildin!?”, Adam sinirleri tepesinde bir ses tonuyla, “ Ulan” demiş, “Deminden beri ayağıma işiyorsun hergele!”

Yaa sevgili Tuna Mergin, hayatta ne iş yaparsan yap, en doğrusunu en güzelini yapacaksın. Sünnetçiysen, doğru yerden keseceksin, terziysen kumaşı doğru biçeceksin, mühendissen, yaptığın köprüler ilk yağışta yıkılmayacak, inşaatlar, ilk felakette çökmeyecek, tamam mı?

Deden Erdoğan BOZBAY
10 Mart, 2012

Not: Dün sünnetinden geriye bir dikişin kalmıştı. O da bugün yarın düşer. Düşündüğümden çok daha kolay atlattın ama bir de sana sormalı.


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 19

“Yine Yenil, Ama Daha Güzel Yenil !” (*)

Sevgili Tuna;

Yenilginin güzeli olur mu diyebilirsin. Eskiden, özellikle futbol takımlarımızın az farkla yenildiği maçların ardından gazetelerin spor sayfalarında,”ŞEREFLİ MAĞLUBİYET” başlığına sıkça rastlardık. Anlatacağım bir iki örneği okuduktan sonra düşüncen değişecek mi bakalım?

Masal bu ya, iki kurbağa oynaşırken, soğumaya bırakılan bir süt tenceresine düşerler. Kısa süreli bir paniğin ardından, ne kadar çabaladılarsa da tencereden dışarıya çıkmayı beceremezler. Kurtulamayacaklarına karar veren yorgun kurbağalardan bir tanesi hareketlerini giderek yavaşlatır ve ölümü beklemeye başlar. Diğeri ise, kolayına pes etmeme kararındadır. Yavaş, yavaş da olsa ayaklarını oynatmayı sürdürür. Aradan ne kadar geçtiği bilinmez, bir yandan hayvanın yavaş da olsa çırpınışlarını inatla sürdürmesi, bir yandan da soğuyan sütün etkisiyle ayaklarının çevresinde yağ adacığı oluşmaya başlar. Ve bu adacık onun hayatta kalmasını sağlar. Diğerinin ise sonu bellidir. Belki her ikisi de ölebilirdi. Ama hiç olmazsa ikincisi son nefesine kadar mücadeleden vazgeçmediği için kurtulmayı başarabilmişti. Pes etmemenin ödülü hayatta kalmaktı.

Bu öyküye benzer örnekleri günlük yaşamda da sıklıkla görmekteyiz. Uçak ıssız bir yere düşer, okyanusta batan gemiden bazıları, ıssız bir adaya sığınır. Canlı kurtulanlardan birçoğu mücadeleden erken vazgeçtiği için yaşamını ne yazık ki yitirir. Vazgeçmeyenler ise ayakta kalır.

Bir diğer örnek ise çak daha tehlikelidir. Anlatacağım bu olayın deney olduğu söylenir. Bu sefer de deneğimiz zavallı bir kurbağadır.

Büyükçe bir kabın içine su doldurulur. Su belli bir dereceye kadar ısıtıldıktan sonra kenara alınır. İçerisine canlı bir kurbağa atılır.Bir anada kendisini sıcak suyun içinde bulan hayvancağız, var gücüyle zıplayarak, kendisini kabın dışına atmayı başarır.

İkinci denemedeki kurbağamız ilki kadar şanslı değildir. Yine kabımız suyla doldurulur. İçine kurbağa bırakılır. Alttan da kısık ateşte ısıtılır. Kurbağamız çok keyiflidir. Yüzer, oynar, keyifli vıraklamalar çıkarır. Isınmakta olan suyun rehavetiyle, giderek hareketleri yavaşlar, gevşer, mayışır, uykuya dalar. Uykunun sonunu tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.

Görünür ve sonuçları kestirilebilir tehlikeleri savuşturmak çok daha kolaydır. Önemli olan görünmez olanları hissedebilmek, ayak seslerini çok ötelerden duyabilmektir.

Albert Camus’un(Sözlerin tamamını ve Camus’a ait olduğunu Ömer Dayı’n anımsattı) muhteşem sözleriyle söyleşimizi renklendirelim:

Hep denedin
Hep yenildin
Tekrar dene
Tekrar yenil
Daha güzel yenil

Konumuzla böylesine örtüşen şu güzelim dizeler de Şükrü Erbaş’a ait:

“Yaşamak meğer ne büyük bir kazançmış,
Kavradım acılar içinde kaybede, kaybede.”

Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi, “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” diyebilmek, yaşanan her olayı deneyime dönüştürebilmektir hayat.

Soyunduğun bir işte karşına tahmin edemeyeceğin çoklukta, sıklıkta ve zorlukta engeller çıkacaktır, çıkarılacaktır. Hem de hiç beklemediğin, hiç ummadığın kişiler tarafından. Ama pes etmek yok, asla yok. Koyuver umut atının dizginlerini, biraz özgür bırak. O seni götüreceği hedefi çok iyi bilir. Unutma ki, düşüncelerini gerçekleştirebilecek en büyük güç de, seni yolundan alıkoyacak en büyük engel de yine sensin. Sakın aklından çıkarma sevgili Tuna’m, başka yerde de arama. En büyük güç sensin, kendinsin.

Deden Erdoğan BOZBAY
11 Mart, 2012

(*) Albert Camus’dan


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 20

Öğrenilmiş Çaresizlik Üzerine Çeşitlemeler

Sevgili Tuna;

Bu konuda sayısız örnek bulunabilir. Ben aklımda kalan birkaç tanesini sana aktarmakla yetineceğim.

Örneklerden ilki sirkle ilgili olanı. Bir gün çok büyük bir sirkte, gösteriler sırasında yangın çıkmış. Seyirciler, görevliler, eğitmenler, hemen bütün hayvanlar can havliyle dışarıya kaçışmış. Bir tek filler ortada yok. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra eğitmenlerden birisi dayanamayıp içeriye koşmuş. Bir de bakmış ki, o devasa yaratıklar hem korkuyla bağrışıyor, hem de belli dairenin etrafında habire dönüyorlarmış. Tabii hayvanları teker, teker dışarı çıkarıp hayatlarını kurtarmış. Bu garip davranışın nedeni daha sonra anlaşılmış. Filler, ilk eğitime başladıklarında bir ayaklarına takılan halkayla uzunca bir zincire bağlanır. Zincirin diğer ucu da toprağa çakılmış bir kazığa bağlıdır. Bir süre sonra filin ayağına takılı olan halka zincirden çıkarılır, fil serbest bırakılır. Sen öyle zannet. Zavallı dev yaratık, ayağındaki halkadan ötürü, zincirle bir yerlere bağlıymışçasına kendi etrafında dönüşünü sürdürür. İşte sana öğrenilmiş çaresizlik.

Bir başka örnek de köpek balığıyla ilgili. Büyük bir akvaryum, belli bir yerinden kalın bir camla bölünür. İçi deniz suyuyla doldurulur. Geniş bölüme saldırgan bir köpek balığı, diğer tarafa da onun iştahını kabartacak türden bir balık konur. Günlerce aç bırakılan köpek balığı, avına saldırdıkça burnunu aradaki cama çarpar. Bir, iki, üç derken bütün denemeleri başarısızlıkla sonuçlanır. Yaklaşık kırk sekiz saat sonra aradaki cam engel kaldırılır. Ama o da ne! Açlık başına vuran köpek balığında saldırıdan eser yoktur. Al sana bir öğrenilmiş çaresizlik örneği daha.

Bir köpeğin rahatça zıplayacağı yükseklikte, iki bölmeli üstü açık kafes yapılır. Kafesin bir yanına da köpek konur. Tabandan elektrik verildiği an, hayvan bir hamle de sıçrayarak kafesin öbür bölmesine geçer. Bir süre sonra oraya elektrik verildiğinde bu kez diğer bölmeye atlar. Bu olay defalarca tekrarlanır. Öyle bir an gelir ki, köpek çaresizleşir. Diğer tarafa elektrik verilmediği halde oraya atlamayı denemez bile. Bilim uğruna nedir bu zavallıların bizden çektiği.

Bir örnek da pirelerden vererek konuyu bitirelim. Cam bir kabın içine pire konur. Pirenin zıplayabileceği yüksekliğin çok daha alt seviyesine de ince delikli kafes tel yerleştirilir. Cam kabın altı hafiften ısıtılır. Pire ısıtılan taban dayanılmaz dereceye gelince zıplar. Her zıplayışta tele çarpar. Oysa o çok daha yükseğe sıçrayabilecek yetenektedir. Bir,iki, üç, beş… Tüm zıplayışlar tel örgüde noktalanır. Yeterince tekrarın ardından, cam fanusun üzerindeki tel engel kaldırılır. Tabandan ısıtılmaya devam edilir. Pirenin sıçrayışlarını engelleyen 30 santimetre yükseklikteki tel kaldırılmış olmasına rağmen pire, engelin bulunduğu yüksekliği aşamaz. Çünkü o artık öğrenilmiş çaresizliğin kurbanlarından biridir.

Bu gruba girmemekle birlikte çok vahim bir örnek daha var. O da Asya steplerindeki kavimlerde geçmişte uygulanan acımasız bir yöntem. Öncelikle kurbanın saçları tıraş ediliyormuş. Daha sonra yeni yüzülen bir hayvanın derisi bolca tuzlanıyormuş. Ardından da kurbanın saçsız başına sıkıca sarılıyormuş. Elleri kolları bağlı kurbanımız tarlanın ortasında günlerce bekletiliyormuş. Gündüz alabildiğine sıcağı yiyerek genişleyen, gece de eksi bilmem kaçların ayazını yiyen tuzlu deri alabildiğine büzüşürmüş. Bu genişleyip büzüşmeler sırasında korkunç acılar çeken kurbanımız bağıra, çağıra aklını yitirirmiş. İşlem bittikten sonra düşünme yetisini kaybeden ağzı var dili yok zavallı, tam bir köleye dönüşürmüş. Acıktığını, yorulduğunu bilmeyen sorunsuz bir köle. Bu olayın adına da “MANKIRTLAŞMA” yada “MANKURTLAŞMA” denirmiş. Görüyor musun şu insanoğlunun kendi soyuna yaptığı acımasızlığı.

Sevgili Tuna, bizler de yaşamımız boyunca, farkında bile olmadan zaman zaman böylesi deneylerin zavallı kurbanlarından birine dönüştürülebiliriz. Yaşamı boyunca yakınlarından, patronlarından, yöneticilerinden bir evet’e karşılık ondört kez hayır yanıtı alan bireyleri biraz da bizler öğrenilmiş çaresizliğe itmiyor muyuz? Sen, sen ol. Ne kendin böyle bir deneye kurban git, ne başkalarını kurban et,, ne de acımasız emellerini gerçekleştirmek üzere kurbanlar arayanlara göz yum !

Şunu da göz ardı etmemekte yarar var. “Deneyen kaybedebilir, Ama denemeyenin kazanma şansı hiç yoktur. O zaten baştan kaybetmiştir.”

Deden Erdoğan BOZBAY
11 Mart, 2012


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 21

Annemin Ninnileri

Sevgili Tuna;

Müziğin, ruh sağlığımız üzerinde iyileştirici bir yöntem olarak kullanıldığını hep duyarım. Bu konuda sen de sayısız yayın bulabilirsin. İlk yazılı belgelerden bu yana hemen her toplum müzikle iyileştirme yöntemine başvurmuş. Hatta öyle ki, “müzik dinletilen inekler daha fazla süt verir, müzik dinleyerek beslenen tavuklar daha çok yumurtlar” gibi bilimsel sonuçlara bile ulaşılmış. Bırakalım bu konuları bilim adamları çözsün. Biz gelelim esas konumuza

Kendimi örnekleyecek olursam, aklım erdiğinden bu yana müzikle aram her zaman çok sıcak olmuştur. Müzik dinlemeden, hatta bir şeyler mırıldanmadan edemem. İçsel müziğimle söylesem bile müthiş bir rahatlama hissederim. Zamanla dinlediğim müzik türleri değişiklik gösterse de duygularım hiç mi hiç değişmemiştir. Özellikle sözsüz müziklere karşı hala büyük sempati duyarım.

Eğer müzik, bana duygusal yönden böylesine iyi geliyor, vazgeçilmez besin kaynağı oluşturuyorsa, senin üzerinde neden uygulamayayım diye düşündüm. Kaldı ki, annen baban, sen daha dünyaya gelmeden, başta klasik müzik olmak üzere sürekli müzik parçaları dinletmişlerdi. Hatta, sen doğar doğmaz İstanbul’dan çok değerli dostlarımız Işıl-Refik Üreyen çifti, bebekler için özel hazırlanmış, altı CDlik bir müzik albümü göndermişlerdi. Biz de her gün olmasa bile sık sık sana o eserleri dinletiyoruz. Senin de ilgiyle dinler görünmen, mutluluğumuza mutluluk katıyor doğrusu.

Babaannenle tam gün bakmaya başladığımız ilk günlerde seni uyutmakta, hayli zorlandığımızı gördük. Hatta bazen tüm çabalarımız başarısızlıkla sonuçlandı. Bir gün annemin (senin büyük babaannen) sesini duyumsar gibi oldum. Annemin çok ince, dinleyenin içine işleyen duygulu bir sesi vardı. Yorucu bir işe giriştiği, ya da çok efkarlandığı zaman kurtuluşu müzikte bulurdu. Söylediği parçanın sözlerini biliyorsam O’na eşlik etmeye çabalar, çoğunlukla da yarı yolda bırakırdım. Halk türkülerimizi, şarkıları olduğu kadar ninnileri de çok içten söylerdi annem. Oysa annesini tanıma, ondan ninni duyma, öğrenme şansı hiç olmamıştı. Sanırım, ninni dinlemeyiş özlemini çocuklarına, hatta torunlarına söyleyerek gidermeye çalışmıştı.

İşte seni uyutmakta zorlandığım bir gün, çareyi annemin ninnisinde bulma umuduna sarıldım. Ve başladım söylemeye.

Dandini dandini dastana,
Danalar girmiş bostana,
Kov bostancı danayı,
Yemesin lahanayı.

Anlamsız bir takım sözcükler peş peşe gelmiş, olmuş sana ninni. Danalar bostana girse, bostancı da onları kovsa ne olur, kovmasa ne olur. Bunun uyumaya karşı direnen bebekle (gülme, o bebek sen oluyorsun) ne ilgisi var. Sözlerin tekdüzeliğinde bir çare geliştirdim. Sözsüz söylemeye, daha doğrusu mırıldanmaya başladım. Devamı da vardı elbet. Ama çok iyi anımsayamıyordum.

Dandini dandani danalı bebek
Elleri kolları kınalı bebek,
Benim yavrum uyuyacak ya da
Uyuyup da büyüyecek
Büyüyüp okula gidecek

Son dizeleri uydurdum galiba. Baktım bizim ninni etkisini bir süre sonra gösterir gibi oldu. Hatta çıkardığın garip seslerle bana eşlik bile etmeye başladığını duyduğumda, ‘Ninnilere devam’ dedim. Ne zaman ki sesimle baş başa kaldım, uyumuşsun. Bulmuşum böyle bir yöntemi, bir daha bırakır mıyım? Ne zaman uyumamakta dirensen, anneme göre bir hayli kalın olan sesimi yumuşatmaya çalışarak, kulağına notalar fısıldamayı inatla sürdürdüm. Hemen her seferinde de başarılı oldum diyebilirim. Arada ben de annem gibi -kendisi okul yüzü görmediği için sözlerin içinde bol bol okul sözcüğü geçerdi-, bazı ninnilerin sözlerini doğaçlama söylemeye başladım. Bir söylediğim kesinlikle bir sonrakini tutmuyordu.

Uyusun da büyüsün ninni
Tıpış tıpış yürüsün hu hu
Akşama babası(annesi) gelsin ninni
Ona mama getirsin eeee ee.

Sözlerle sürekli oynamama rağmen yine de aynı ninniyi tekrarlamak beni bile sıkmaya başlamıştı. Anneme seslendim içimden. “Sahi anne, senin çok hoş bir ninnin daha vardı. Müzeyyen Senar’ın bir filminde duyup çok etkilenmiştin. Neydi o? Dur dur. Anımsar gibi oldum. Genç sanatçılarımızdan birisi (Şevval Sam’ı sen tanımazsın), sevilen eski parçaları yeniden yorumlamıştı. O parçaların arasında çok sevdiğin o ninni de vardı sanırım. Dur, şunun CDsinden sözlerine bir bakayım. Bulabilirsem öğrenir, Tuna Mergin’in kulağına fısıldarım.”

Sözünü ettiğim o ninninin sözlerini sonunda öğrendim Tunacığım. İster misin ilk provayı seninle yapalım, ne dersin!

“Ah yine o menekşe gözler aralı,
Oya kirpiklerde yaşlar sıralı,
Uyu ey gönlümün nazlı maralı.
Susun garip kuşlar ötmeyin susun,
Güzeller güzeli yavrum uyusun.
Susun garip kuşlar ötmeyin susun,
Güzeller güzeli Tuna’m uyusun.”

Çok istememe rağmen ninninin devamını getiremedim. Sana sorular sorup konuyu dağıtmaya çalıştım. “Nasıl buldun ninniyi Tuna’cığım? Büyükannenin ninnisini beğendin mi bakalım? Sözünü ettiğim kadar var mıymış?" Sende tık yok. Şöyle bir yüzüne bakmayı denedim. O da ne, her şey bulanık. Ağlıyor muyum ne? Dün gibi anımsıyorum. Annem de bu ninniyi söylerken hep ağlardı. Kim bilir, belki de annesizliği aklına gelir duygulanırdı. Peki, bana ne oluyor da gözyaşlarımı tutamıyorum. Yoksa, ben de hala annesizliği kabullenemiyor muyum ne! İyi ki çoktan uyumuşsun be Tuna’cığım. Usulca yatağına yatırıp üstünü özenle örttüm. Aradan ne kadar süre geçti, bilmiyorum. Gördüklerim netleşmedi bir türlü. Sadece annemin derinlerden gelen sesi öylesine netti ki. ”Çok güzel söyledin be evladım, ağzına sağlık. Benim sana, kardeşlerine, torunlarıma söylediğim ninnileri, sen de dünyalar tatlısı torununa söylüyorsun. Böylece ben de aranızda yaşayıp gidiyorum. Ömrüme ömür katıyorsun” Ağladığımı göreceksin diye aklım çıkıyor. Dedenin zırıl zırıl ağlamasını değil görmenden, hissetmenden bile çekiniyorum. Hem, dedeler de ağlar mıymış diye düşünme sakın. Dünyaya geldiklerinde, onlar da masum birer bebekti, dede filan değil! Annelerinin, babalarının, sevenlerinin bir tanesi, gözbebeğiydi. Tıpkı senin gibi.

İçim daha bir rahatlamış olarak düşler dünyasından uyanıyorum. Ne olursa olsun kararlıyım. Beni ne kadar hüzünlendirirse hüzünlendirsin, annemin ninnilerini kulağına fısıldamayı sürdüreceğim sevgili Tuna. Taa ki sen; “Ben artık büyüdüm, ninnisiz de uyuyabilirim dede.” diyene kadar. Ayrıca büyükannenin ninnilerini öğrenmende yarar var. Belli mi olur. Gün gelir, belki sen de aynı ninnileri çocuklarına, torunlarına mırıldanırsın. Ömürlerine, ömürlerimize ömür katarsın. Şu gerçeği de unutmayalım, zamanla her şey değişebilir, oyunlar, oyuncaklar, bezler, mamalar… Ama ninnilerin tadı, sıcaklığı, içtenliği asla değişmez. Hele de büyükannelerden miras kalanların.

“Ah yine o menekşe gözler aralı,
Oya kirpiklerde yaşlar sıralı,
Uyu ey gönlümün nazlı maralı.
Susun garip kuşlar ötmeyin susun,
Güzeller güzeli Tuna’m uyusun.”

Ne o sevgili mavi Tuna’m, ninniyi duyar duymaz uykuya mı daldın yoksa! Oysa ben, sırf yazı daha etkili olsun, akılda daha iyi kalsın diye, bu güzelim büyükanne ninnisini tekrarlamıştım. Yine de iyi uykular.

Deden Erdoğan BOZBAY
7 Nisan,2012

Not: Yazı 7.nisan 2012 de yazılmış, fotoğraf 26.nisan 2012 de çekilmiştir.


TUNA MERGİN’le Söyleşiler: 22

TUNA MERGİN BOZBAY’la 150 Gün

Sevgili Tuna;

Günlük notlara aktırdığımız seninle ilgili gözlem ve gelişmeleri özetlemeye çalıştım. Eksik yanlar kalmış olabilir. Umarım onları da bir daha incelemeler sonrası tamamlarım. Notlara şöyle bir göz atalım mı? Bakalım, 8. kasım.2011 den 14. nisan.2012 ye kadar olan sürede neler yapmış, yaşamına neler sığdırmışsın.

8 Kasım - Ağırlık: 4413 gram Boy: Yaklaşık 55-60 santimetre

Sevgili Tuna, gördün mü bak, yaklaşık beş ay gibi kısa bir sürede, seninle ilgili ne gözlemler yapmış, seninle ne çok mutlu an’lar paylaşmışız. Yaptıklarınla bizi hep şaşırtmışsın. Sezinlediğim kadarıyla şaşırtmaya da kararlı görünüyorsun. Sürprizlerle dolu daha nice yüz elli günlerde, haftalarda, aylarda buluşmak dileğiyle maviş gözlerinden usulca ve özenle öpüyorum sevgili Tunam.

Deden Erdoğan BOZBAY
8 - 26 Nisan, 2012


Sonsöz

Sevgili Tuna, senin için hayatının şimdilik neredeyse tümünü kapsayan, bizler için ise kısacık bir zaman dilimi olan yaklaşık yüz elli günde verdiğin huzur, sevgi, mutluluk ve yaşam sevinci için sonsuz teşekkürler, yaşattığın, yaşatacağın eşsiz güzellikler, an’lar, anılar için de…

Deden olmaktan duyduğum gurur ise anlatılır, sözcüklere dökülür ve kimselerle paylaşılır gibi değil.

Deden
Erdoğan BOZBAY

Teşekkür

Tuna Mergin Bozbay gibi eşsiz bir varlıkla yollarımızın kesişmesini sağlayan başta gelinim Hayriye ve oğlum Ozan olmak üzere, ana rahmine ilk düşüşünden dünyaya merhaba deyişine kadar bilgi, deneyim ve emeğini esirgemeyen Dr. Ebru Saraç’a, doğum esnasında yakın ilgi gösteren TOBB hastanesi çalışanlarına, bizzat gelerek yada telefon, mesaj ve e-postalarıyla sevincimizi, mutluluğumuzu, coşkumuzu paylaşan değerli dost, arkadaş ve yakınlarımıza, aylık kontrolleri gerçekleştirirken sevgi, incelik, estetik, sanat ve insancıllığıyla eşsiz bir kişilik sergileyen Prof. Dr. Vedat Köseoğlu ve çalışanlarına, torunum Tuna’nın fiziksel, ruhsal ve toplumsal gelişiminde en ufak emeği geçen ve geçecek olan herkese, yazıların yayımlanması, kitaplaşması konusunda her zaman olduğu gibi beni yüreklendiren sevgili Oya-Gürhan Fişek çiftine içten teşekkürler. Özellikle torunumuz Tuna Mergin’in her türlü bakımını, sevgi, özen, beceri, sabır ve gücünün üstünde bir emekle gerçekleştiren eşsiz babaannemiz, sevgili eşim Oya Mergin Bozbay’a, ailemiz adına teşekkürlerimizi sunmayı bir borç bilirim. Bana ne mi kalıyor? Tabii ki bu eşsiz mucizeyi ibretle ve hayranlıkla izlemeyi sürdürmek, dilimin döndüğünce yazıya aktarabilmek, yaşananları kalıcı kılabilmek…


Dilek Kutusu

Sevgili Tuna;

Bu kitabın daha sonra yapılacak(yapılırsa tabii) basımlarında dilerim Önsöz’ü sen yazarsın. İşte o zaman, kitabın en önemli eksiği gerçekten tamamlanmış olacak.

Diğer bir dileğim ise yazıların sürmesi. Sana anlatacağım o kadar şey var ki daha. Örneğin kedi ve köpeklerin sahiplerini değerlendirmeleri var, özgün uçuşlu martılar var, deniz yıldızları var, zeka-akıl, elmas-pırlanta ikilemleri ve diğerleri var…