ERDOĞAN BOZBAY
KASTAMONU YAZILARI ANI / ANLATI / ÖYKÜ
Not: Yazıların tümü ÇALIŞMA ORTAMI dergisinde yayınlanmıştır.
Önsöz Her şey oğlum Ozan'a yazdığım mektupla başladı. Kendimden bilirim. Yeni bir şehre, yeni bir çevreye, yeni tanışılan insanlara alışmak zordur. Tanımak, sevmek, benimsemek, kendini kabul ettirmek zaman ve emek ister. İstedim ki, yaşadığım deneyimleri mektuplar aracılığıyla oğluma aktarayım, Kastamonu'ya alışma sürecini daha bir kolaylaştırayım. Arkası gelir diye düşündüğüm mektuplar giderek Kastamonu Yazıları'na dönüştü. Çünkü zamanla ben de bu şehri sevdim, benimsedim, kendimi şehrin bir parçası gibi hissetmeye başladım. Genelde yazıların içeriği kişisel tanıklıklarımı yansıtmaktadır. Ankara'ya döndüğümde şunu daha iyi anladım ki, Kastamonu'dayken Ankara'yı özlüyordum, Ankara'da ise Kastamonu burnumda tütüyordu. Ayrılığımızın üzerinden çok zaman geçmese de sokakları, evleri, yeşili özellikle de geride bıraktığım dostları anımsamamak elde değildi. Şehir peşimi bırakmıyordu bir türlü! O zaman bu şehri, sokaklarını, ağaçlarını, insanlarını yazmaktan, sizlerle paylaşmaktan başka seçeneğim yoktu. Dolu dolu üç yıl yaşadığım bu yöreyi anlatmaya mecburdum. Çünkü derinlerden gelen bir ses, "Beni anlat, beni mutlaka anlat" diye" yinelenip duruyordu. Öyle de yaptım, eksiksiz, abartısız, katkısız sözcüklerle, yalın duygularla anlatmaya, kaldığım sürece bana kucak açan bu mütevazı şehre, dost canlısı insanlarına vefa borcumun hiç olmazsa küçük bir bölümünü ödemeye çalıştım. Ödeyemediklerim için de ruhumu yüreğimi oralarda rehin bıraktım. Hayat genellikle romana benzetilmekle birlikte pekala şiir ya da öykü olarak da tanımlanabilir. Başkalarına ait öyküleri yazarken insan biraz da kendi öyküsünü kaleme alıyor galiba. Ne dersiniz? Erdoğan Bozbay Ankara / Ocak 2007
İÇİNDEKİLER
Bir Şehri Tanımak Fotoğraflar: Kastamonu Kent Tarihi Müzesi Arşivi
BİR ŞEHRİ TANIMAK İlk kez yolunuzun düştüğü bir terminalin tam orta yerindesiniz. Bir elinizde valiz, diğerinde yalnızlık. Şaşkınsınız. İşte o an içinize, önüne geçilmez bir yabancılık duygusu -belki de korkusu- çöküverir. Miskin bir ürkeklik siner üstünüze. Herkes size bakmakta, herkes sizi izlemektedir. Ne zaman ki bir misafirhaneye, otele, ya da konuk olacağınız eve eşyalar bırakılır, yabancılık duygusu anında merak duygusuyla yer değiştirir. Gerçi ilk günlerde bütün mevsimler kol kola, hatta iç içe girmiştir sanki. Böyle günlerde hava, toz duman rolü üstlenmeye bayılır. Kara kara bulutlar sizin üzerinize ağ(l)ar, yağmur sadece sizin üstünüze yağar, güneş en çok sizi yakar, rüzgar en acımasız gücünü sizde sınar gibidir. Karanlık daha bir zifiri, gökyüzü daha bir iç bayıcıdır. Zamanın bile ayarı bozulmuştur. Günler yirmi dört saatten fazla yaşanmaya başlanmış, aylar otuz günü, mevsimler üç ayı çoktan unutmuştur. Bir de ilk günlerde her şey yabancı, her şey üstüne üstüne gelir insanın. Sokaklar farklı, meydanlar farklı, pazaryerleri, dükkanlar, vitrinler, evler, evlerdeki kapılar, kapılardaki tokmaklar bile dikkat çekecek denli farklıdır. Şehir sizi yabancılar, siz şehirden korkar, sebepsiz ürküntüler, tarifsiz tedirginlikler yaşarsınız. Her gördüğünüz yüz, her duyduğunuz isim, her tanıştığınız insan apayrı bir dünyadır. Şiveler, tepkiler, sevinçler, gülüşler, her şey ama her şey ilginçtir. Sanki ağaçların yeşili, yaprakların dokusu ilk kez görülür, çiçeklerin kokusu ilk kez duyulur gibidir. İster istemez bir süre, o güne değin yaşadığınız kentle, alışmak zorunda olduğunuz yeni kent arasına sıkışıp kalırsınız. Sıkılır, daralır, boğulursunuz. Ama ne zaman ki tüm cesaretinizi merak güdüsüyle harmanlar, yeni şehrin sokaklarında, ufak ufak tanışma turlarına çıkarsınız; caddelerin, sokakların adlarıyla, anıtsal yapıların ayrıntılarıyla tanışır, bugünde geçmişi yaşar, öykülerinde yolculuğa çıkarsınız. İşte o zaman, kentin sıcaklığını hissetmeye, nabız atışlarını duymaya, canlılığını yaşamaya, onunla bütünleşmeye başlamışsınız demektir. Ekmeğin, pidenin, pastırmanın, kurukahvenin, çekme helvanın, yöresel dokumaların en iyisinin nereden alınacağını, etli ekmeğin, bandumanın, tiritin, mantının en güzelinin nerede yeneceğini bildiğinizde, görülecek tarihi ve kültürel değerlerin, ayakta durabilmek için inatla zamana karşı direnen ve onarılmayı bekleyen nice zenginliklerin ne yöne düştüğünü, en kestirme hangi yoldan gidileceğini hiç kimselere sormadan bulduğunuzda, varacağınız yere kadar da sayısız insanla dostça selamlaşıp hal hatır sorduğunuzda, kış mevsiminde acemice çay boyunca yürürken, Ilgazlardan gelen ayazı yediğiniz gece, sabahlara kadar otuz dokuz buçuk derece ateşle yandığınızda, ormanlarında, derelerinde, piknik yapılacak yerleri ezbere bildiğinizde, artık o şehrin ayrılmaz bir parçası olduğunuza hiç şüphe yoktur. Eh, böyle olunca da haliyle şehir sizi kabullenmiş, tüm çıplaklığı, tüm saflığıyla gizlerini ele vermiş, size yüreğini açmış, dostluğunu sunmuş demektir.
# Gerçi ilk günlerde yaşanan sıkıştırılmışlık duygusu, kısalı uzunlu tatillerde zaman zaman yakanızı bir türlü bırakmaz. Bayramları, yıllık izinleri iple çekersiniz. Gelmeyecek diye düşündüğünüz günler er geç gelir gelmesine ya, bu sefer de otobüste geçen her saniyeyi, her dakikayı saymaya başlarsınız. Yolculuk bittiğinde kendinizi aşağıya nasıl atacağınızı bilemezsiniz. Bu kez de yeni bir kabusla yüzleşirsiniz. Garajla ev arası uzadıkça uzar. Sanki, evin yeri sizden habersiz çok uzaklara taşınmıştır. Ne zaman ki evin zilini çaldığınızda sevdiklerinizden biri kapıyı açar, işte o an dünyalar sizin olur. Çok uzun sürmez mutluluğunuz ne yazık ki. Kavuşma coşkusunu doyasıya yaşayamadan, ayrılışın hüznü çöreklenir yüreğinize. Derken, yolculuklar tavsar, rutine dönüşür. Son göz ağrısı kentte edindiğiniz arkadaşlar, dostlar, sokaklar, caddeler, evler, yaşanmışlıklar da yolunuzu gözlemeye başlamıştır. Orada da özleyenlerin, özlenenlerin varlığı, dönüşünüzü daha bir çekici hale dönüştürmektedir. Bundan sonraki yolculuklar iki şehrin terminali, daha doğrusu otobüslerin iki kapısı arasına sıkışmıştır adeta. Binişler ve inişler. Gidişler dönüşler, özlemler, kavuşmalar, ayrılıklar, kavuşmalar, tekrar ayrılıklar, nemli gözler... Dizelerdeki duygu yoğunluğunu kıskandıracak sahnelerle bezenmiş, hüzün, coşku karışımı an'lar, anılar...
Diyelim ki; gün geldi, her hangi bir nedenle yaşadığınız şehirden ayrıldınız. Kaldığınız sürece, zaman zaman çok sıkıldığınız, bunaldığınız, ayrılış gününü dört gözle beklediğiniz o kenti, aradan geçen onca zamana rağmen bir türlü unutamıyorsanız, her fırsatta, "Şimdi saat kulesinde günbatımına karşı,ince belli bardaktan demli bir çay içmek vardı" diye iç geçiriyorsanız, çalmakta olan kulenin çanı size, Sultan Hanımın düşük yapmasına neden olduğu için İstanbul'dan buralara sürüldüğünü anımsatıyorsa, şurası Nasrullah Camii, şurası Kambur Köprü, hemen yanında Hükümet Konağı, Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi, Cumhuriyet Anıtı, şu çay boyundaki şirin bina, şapkayla tanışmamızın sessiz tanığı Arkeoloji Müzesi, karşıda görünen özgün minareli İsmailbey Camii, yanındaki de Deve Hanı diye düşlüyorsanız, her hamur işi yediğinizde etli ekmeği, her tatlıda çekme helvayı, her kahve yudumlayışta Dibek kahvecisini, gördüğünüz her sarımsakta Taşköprü'yü hatırlıyorsanız, hiç şüpheniz olmasın, siz çoktan Kastamonulu olmuş, beyninizi, yüreğinizi oralarda bırakmışsınız. Arkeoloji Müzesi Aralık 2002/ Aralık 2004
KASTAMONU'DA "TUNA" YI YAŞAMAK !
O iri kıyım insan, ne zaman doğduğu topraklardan, Tuna'dan, Köstence'den bahsedecek olsa, tüm bedenini kuşatan heyecanına engel olamaz, kırılgan bir dal gibi sallanmaya başlardı. Sesi titrer, gözleri parlar, sarımtırak benzini tatlı bir kızıllık kaplardı. Söze nasıl başlayacağını, kuracağı tümceleri, hatta sözcük sayısını ezbere bilsem de her defasında ilk kez duyuyormuşum gibi keyiflenir, ilgiyle onu dinlerdim. "Aaaah evlat... Oraları görmeni isterdim. Tuna bereketti Romanya için. Ucu bucağı görünmezdi. İçinden koca koca gemiler geçerdi. İncecik, ipek gibi bir toprakla kaplıydı Tuna boyları. Ne eksen biterdi. Köpeklere atacak taş bile bulamazdın. İşte o, uçsuz bucaksız Tuna kıyılarında kaval çalardık arkadaşlarla, koyunları yayardık. Ara sıra da yanık türküler tuttururduk karşı kıyılara doğru. Hele birkaç Gagavuz arkadaşım vardı ki, sesleri billur gibi. Eh, ben de fena değildim hani. Düğünlerde bir başladık mı söylemeye, susturabilene aşk olsun. Sesimiz taaa öte yakadan duyulurdu. Şimdi bir tek Tuna'nın mavisi kaldı aklımda, bir de Gagavuz arkadaşlarla söylediğimiz türküler." Babamın ağzından dökülenlerden bir tek "Gagavuz" sözcüğü çok ilginç gelirdi bana, her defasında ona takılır kalırdım. Yoksa babam çok heyecanlandığı için dili sürçer de "Oğuz" diyeceği yerde, ağzından çıkarken kekelenerek "Gagavuz"a mı dönüşürdü? Gerçi sorduğumda bildiği kadarıyla yanıtlardı. Ben de çocuk dünyamda kendimce, o insanları düşlemeye çalışırdım. Bizim gibiymiş onlarda, Türkçe konuşurlar, anne, baba, hala, kardeş derlermiş. Yalnız isimleri ve dinleri farklıymış. Ha, bir de cesur oluşları bize çok benzermiş. Çünkü en yakın arkadaşları Gagavuz'muş. Okulda kavga çıktı mı anında birbirlerini bulur, herkesi sindirirlermiş. Öyle mert, gözü kara arkadaşları olduğu için gizliden gizliye övündüğünü hissederdim. # Genç bir dostumuz telefonla "Şan Konseri" ne davet edince, nasıl mutlu olduğumu tarif edemem. Çölde vaha bulmak gibi bir şeydi bu. Uzun süredir bu kentte yaşamama rağmen ilk kez böylesine bir dinletiden haberdar oluyordum. Kastamonu'ya, Ankara Devlet Opera ve Balesi'nden sanatçı konuklar gelmiş. O heyecanla akşamı zor ediyorum. Belki yer kalmaz düşüncesiyle dostlarla birlikte erkenden, Ankara Üniversitesi Kastamonu Meslek Yüksek Okulu'nun yolunu tutuyoruz. Dinletinin başlamasına hayli zaman olmasına rağmen salon büyük ölçüde dolmuş. Benim dışımda birçok vaha arayıcısının o güzelim mekanda buluşması, mutluluğumu daha bir pekiştiriyor. Gün, kadınların günü. Anadolu'da ilk kadın mitingi 1919 da Kastamonu'da yapılmış. Seksen beş yıl önce bugün, İzmir'in işgalinden sonra dünyaya haykıran, kurtuluşa giden uzun yolun sabırlı, cefakar öncüleri, savaş yorgunu acılı analar, çilekeş kadınlar anılıyor. Bu gece onlara içten bir saygı gönderiliyor. # Gece "Çökertme"yle başlıyor. Bu güzel ezgi, piyanist Johan Botka'nın sihirli parmakları eşliğinde, sanatçılarımızın bizlere eşsiz bir gece yaşatacaklarının ilk sinyallerini veriyor. Ardından Rus Halk Şarkısı, Çardaş Prensesi, Tosca derken, küçük anı ve anekdotlarla programa daha bir renk ve anlam yükleyen sunucu Nurtin Aydın, küçük bir değişikliği anons ediyor. " Sanatçımız tenor Stefan Kurudimov program akışında küçük bir değişiklik yapmıştır. Calaf'ın Aryası yerine sizlere, kendi yöresinden bir Gagavuz Halk Türküsü seslendirecektir." Duyduğum açıklama allak bullak ediyor beni. "Aman Allahım, bu da nereden çıktı şimdi" diyorum. Yıllarca dinletilere giderim, böylesine hoş bir sürprizi ikinci kez yaşayacağımı sanmıyorum. Sanki sanatçı, son anda benimle göz göze gelmiş, düşüncelerimi okumuş, atalarımın Tuna boylarından geldiğini sezinlemiş, bu türküyle beni geçmişimle yüzleştirmek, mutlu etmek istemişti. Salondaki dinleyicilerden birisinin, böylesine bir duygu yoğunluğu yaşamakta olduğunu bilse, türküsünü daha bir coşkulu mu yorumlardı acaba diye düşünüyorum. O an içimde fırtınalar kopuyor. Ne olursa olsun, madem ki böyle bir şans, kapımı hiç beklemediğim bir anda çaldı, öyleyse keyfini doyasıya çıkarmalıyım. Önce, derin bir nefes çekiyorum içime. Ardından, yavaşça kendimi koltuğuma bırakıveriyorum. Salon gür, yanık, bir sesle dolduğunda kendimden geçiyorum. Dinlediğim ezginin bizimkilerden hiçbir farkı yok. İnsanın içine işliyor, tüylerini diken diken ediyor. Hele de benim... "Oglan, oglan yürü gidelim, Tuna boylarında koyun güdelim." Babam da bu Türküyü bilir miydi acaba diyorum içimden. Hoş, bilse de bilmese hiç fark etmiyor. Çünkü o gece Stefan Kurudimov'un sesinde babamı buluyor, türküsünü duyuyor, Tuna'yı görüyorum. Kastamonu'da Tuna'yı yaşıyorum adeta. Aradan ne kadar geçmiştir, anımsamıyorum. Mıhlanmış gibi öylece kalakalmışım. Nereye baksam, neye baksam Tuna'ya dönüşüyor. Bir ürperme sarıyor içimi. Babamı, otlakları, otlaklardaki koyun sürülerini, kaval seslerini, türküleri, her şeyi Tuna getiriyor bana. Her yanım Tuna'ya bulanıyor. Yıllardır çektiğim hasretin biraz olsun dindiğini hissediyorum. Anadolu'mdan, güzel yurdumdan, babama, Gagavuz arkadaşlarına, türkülerine, Tuna boylarına bir tutam selam, bir tutam özlem yolluyorum o gece... # "Aaaah evlat. Düğünlerde Gagavuz arkadaşlarla bir türküler söylerdik, taaa Tuna'nın öte yakasından duyulurdu sesimiz." Ben, "Babam da bu türküyü söylemiş midir acaba?" sorusuyla cebelleşirken, notalar, sanatçılar, sahne, izleyiciler giderek bulanıklaşıyor. Yer, mekan, zaman birbirine karışıyor. Nerede, kimlerle olduğumu anımsayamıyorum. Yalnızca, dört bir yandan gelen uğultuyla kuşatıldığımı hissediyorum. Gözlerim hafiften nemlenmiş, göz yaşlarım her zaman ki ikilem çıkmazında, ha aktı, ha akacak. "Eee, o kadar da olsun artık" demek geçiyor içimden, diyemiyorum. Tuna da üzülmüş olmalı gördüklerine, akmayı unutmuş, sesini çıkarmadan öylece beni izliyor. Bedenimi, benliğimi ter basmış, dudaklarım kurumuş, içim yanıyor. Ağzımdan çıkanları değil çevremdekiler, ben bile zor duyuyorum. "Seni özledim baba."diyorum usulca, "Seni çok özledim." 10. ARALIK. 2004
"İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ SEMPOZYUMU"nun ARDINDAN Kastamonu, 22. Aralık. 2004 Çarşamba günü bir sempozyuma daha ev sahipliği yaptı. İş Sağlığı ve Güvenliği konusundaki uygulamalar, yenilenen kanunlar, iş yerlerince alınan önlemlerin tartışıldığı toplantıda, birkaç ay önce on dokuz kurban verdiğimiz Küre yakınlarındaki maden kazası, sendika temsilcisi tarafından bir kez daha gündeme getirildi. Bürokratlar, işverenler, işçi sendikası temsilcileri, TMMOB üyeleri, basın, davetliler, izleyiciler hepsi salondaydı. Olmayan sadece on dokuz tane görev şehidi işçinin geride bıraktıklarıydı. Belki de bir tek ben vardım onlar adına, karmaşık duygularla toplantıyı sonuna kadar izleyen, gelgitler içinde bocalayan... Ama kimseler farkıma bile varmadı. Olay, bir çoğumuz için duyduğumuzda yüreğimizi burkan, bir süre sonra küllenen acı bir haberdi sadece. Televizyonda ve basında bol bol görüntülerini izlediğimiz, cami avlusunda sıra sıra dizilmiş ve bayraklara sarılmış on dokuz tabut. Oysa, daha düne kadar hepsi aramızda yaşayan, canlı, kanlı, hayat doluydular. Peki kimdi onlar? Yaşları kaçtı? Nelere sevinir, nelere üzülürlerdi? Onların da gelecekten beklentileri var mıydı? Geride kimleri bıraktılar? Gözü yaşlı, boynu bükük anneler, babalar, eşler, hele de çocuklar, feryatlar, ağıtlar? Elbette, başta iş verenler olmak üzere, S.S.K, sendikalar, arkadaşlar, eş, dost, akrabalar yardım elini uzatarak maddi destek sağlayabilirler. Ama ömür boyu içlerinden söküp atamayacakları, her duyduklarında yüreklerinin yanacağı "Baba özlemi"ni kim dindirebilecek, "Baba sevgisi"ni kim giderebilecek? İşte o yanıtlanması çok zor bir soru. Amacım kimseleri üzmek, acıları tazelemek değil. Ama itiraf etmeliyim ki, bu toplantıda duyduklarım, bir anda beni yıllar öncesine götürdü. Bir iş kazası sonucu babasını yitiren biri olarak; babasızlığı yaşadığım ilk anın duygularını, geride bıraktığı boşluğu, bir de benim ağzımdan dinlemek ister misiniz?
SAAT: 16.27 Cumhuriyet Bayramı kutlamaları henüz sona ermişti. Sevgili Seniha ablaların yeni taşındığı çarşı içindeki evin terasından, unutulmaz bir bayrama tanıklık etmiş, törene katılanların heyecanını içimizde hissetmiştik. Yürüyüş kolunun ardından, tören bandosu henüz alanı terk etmemişti ki, kapı zili uzun uzun çaldı. Alt katta oturan komşumuzu karşımızda görüverince doğrusu şaşırmıştık. Bizleri ta buralarda aramasını gerektiren sebep ne olabilirdi ki? Bizleri daha fazla merakta bırakmamak için, gözlerini hafifçe benden ve annemden kaçırarak, sözcükleri bir çırpıda sıralayıverdi."İbrahim Abi iş kazası geçirmiş de..." Telaşlandığımızı görünce bizleri rahatlamaya çalıştı kendince. "Yok yok, merak edilecek bir şey yokmuş." Oysa hareketlerindeki tedirginlik hiç de öyle söylemiyordu. Yıllardır düşünür dururum. O dört beş katlı apartmandan nasıl indik, hastaneye neyle ve kimlerle gittik, hiç anımsamıyorum. Unutamadığım tek şey nöbetçi doktorun yüzü ve kulaklarıma mıh gibi saplanan gür sesiydi. Görevli memurun araya girmesiyle birlikte, hemşirelerle sohbetini yarıda keserek, isteksiz adımlarla bize doğru yönelişi hala dün yaşanmış gibi gözümün önünde. Ya, yüz ve tavırlarındaki gerginlik... Lafı fazla uzatmadan, sözcüklerin üzerine basa basa, " Bize geldiğinde zaten eks olmuştu." Tümcesiyle durumu özetleyip, üstlendiği sevimsiz görevi yerine getirmiş oldu kendince. Söylediklerinden pek bir şey anlamadığımızı, şaşkın şaşkın yüzüne baktığımızı görünce de, ruhsuz ve duygu yoksunu bir ses tonuyla -ya da bana öyle geldi-, "Yapacak bir şey yoktu zaten" diye ekleme inceliğini de(!) gösterdi. Belki de haklıydı. Sıkça karşılaştığı bu türden olaylar onun için yüreğini nasırlaştıracak kadar sıradandı. Ya bizim için... O zaman anlamıştım ki acı gerçekle yüz yüzeydik. Şu andan itibaren bizler babasız, annem eşsiz, evimiz direksiz kalmıştı. Doktor bey, bizi acılarımızla baş başa bırakarak hızla yanımızdan uzaklaştı. Biraz olsun teskin edip yatıştırmak yerine, yarım kalan sohbetini sürdürmek üzere hemşirelerin yanına dönmeyi yeğlemişti. Aklına sonradan gelen bazı eklemeler için tekrar yanımıza gelmektense, karşıdan seslenmeyi de ihmal etmemişti. "Üzerinden çıkanları görevliden alabilirsiniz." Elimizde emanetler hastaneden ayrılırken, ayaküstü sürdürülen keyifli sohbet tüm canlılığıyla hala sürüyordu. "Akşam ki konsere gidiyor muyuz? Doktorun davudi sesinden bana kadar ulaşan bu son sözcüklerle birlikte başım hafiften döner gibi olmuş, zaman yine kopmuştu. Hava boşluğuna giren uçak gibi sallanıyor, kış ortasında, paltosuz, ayakkabısız dolaşan sokak çocuğu gibi titriyor, açık denizde kutup yıldızını yitiren denizci gibi korkuyordum. Bir yandan içsel karabasanlarımla baş etmeye çalışırken, bir yandan da annemin ve kardeşlerimin karşısında daha güçlü görünebilme iç telkinleriyle, giderek büyüyen babasızlık boşluğunu doldurmaya, onun misyonunu üstlenmeye hazırlanıyordum. O gece, Kütahya'nın üzerine çöken zifiri karanlıkta annemle birbirimize yaslanarak, nasıl da yıkılmadan evin yolunu bulabildik, hala şaşarım. Küçük kardeşlerimi kimler getirdi? Onca insan, bu kadar kısa sürede nasıl haberleşip bizim evde toplandı? Kimlerle ne konuştuk, neleri paylaştık, bundan sonra neler yapacağımızı kararlaştırdık? Hiçbirini anımsamıyorum. Beynim, ruhum, bedenim uyuşmuştu sanki. Arada bir kendime geldiğimde gözlerim öncelikle annemi, ardında da kardeşlerimi arıyordu nedense. Ya onlara da bir şey olursa korkusu muydu buna sebep, bilmiyorum. Bu durum, sabaha kadar kaç kez yinelendi durdu kim bilir... Oysa güne ne kadar da keyifli başlamış, ılık sonbahar güneşine gülümseyerek nasıl da içten bir merhaba demiştim. Kim derdi ki, bundan böyle, her geçen yılla birlikte daha bir köklenip gelişecek Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, bana babasızlığı anımsatacak, ona duyduğum ve giderek artan özlem günlerine dönüşecek. Hastane görevlisinin verdiği paketten neler mi çıkmıştı? Sendika kimlik kartı, içinde birkaç fotoğraf, son ayın maaş bordrosu, birkaç ödeme makbuzu bulunan deri bir cüzdan, yine deriden yapılmış bozuk para cüzdanı, tespih, namaz takkesi, esans şişesi, bir camı kırık güneş gözlüğü, mendil, not defteri ve kalem. Başkaları için sıradan, her hangi bir gündü o gün. Ya bizim için! Takvimlerin görevi sadece 29. Ekim. 1967 yi, günlerden cumartesi olduğunu mu göstermekti? Keşke öyle olsa yalın ve basit olsaydı. Oysa, cebinden çıkan saat bile bunun böyle olmadığına tanıktı. Akreple yelkovan, zamanın durduğu anın dehşetiyle aynı yerde çakılıp kalmıştı. Yıllarca kendisini özenle taşıyan işçiyi yitirmenin acısıyla, hiç sesini çıkarmadan ve kıpırdamadan ve asıl işini unutarak, ona olan son görevini vakur bir saygı duruşuyla sürdürüyordu. Zaman, yaşam ve ömürle birlikte cep saati de tam 16.27 de durmuştu... 13. ŞUBAT.2005 ÇALIŞMA ORTAMI Sayı 79
KIŞLAR, KUŞLAR, İNSANLAR
Çocukluğumdan beri vazgeçemediğim sevgililerden birisi de kuşlardır. Özellikle kış günlerinde onlara yem vermek bir tutkudur benim için. Cıvıltıları yaşam sevincimi, sabırları, zorluklara katlanma direncimi, uçsuz bucaksız gökyüzüne yükselişleri, hayal gücümün sınırsızlığını anımsatır bana. Hayranlığım daha bir artar. İşte bu güzel yaratıkların, zorlu kış şartlarına yenik düşmelerini, pusuda bekleyen güçlülere av olmalarını içime sindiremem. Hele balkonuma hatta pencereme kadar korkusuzca sokularak, umut dolu bakışlarla yem beklemelerine asla dayanamam. Yere düşen ilk karla birlikte benim de kuşları yemleme törenlerim başlar. Çoğunlukla ekmekle hallederim o işi. Bayat ekmekleri, özellikle de kabuk kısımlarını, kuşların boğazına takılmasın diye öylesine küçük parçalara bölerim ki... Ara sıra buğday, bulgur verdiğim de olur. Haliyle oturduğumuz evlerin balkonları minik konuklar yüzünden pek temiz durmaz. Ne olursa olsun onların, insanın içini donduran böylesine soğuk ve zor koşullarda açlıktan ölmemeleri için verdiğim yiyecekleri keyifle kursaklarına indirişleri her şeye değer. Ama okuduklarım ve gördüklerim tüm keyfimi, sevincimi alıp götürmeye yeter. Acımasız bazı insanlarca(!), akla hayale gelmeyecek zehirli yem ve hain tuzaklarla, yaban hayvanları soykırım yapılırcasına telef edilir. Ardından da soyları tükeniyor diye hamasi nutuklar çekilir. Tüm bunlar, timsah gözyaşlarından öte bir anlam taşımaz. Gerçi, bazı sivil toplum örgütlerince, yaban hayatı koruma adına örnek girişimlere öncülük edilmeye, katliamcılar engellenmeye çalışılsa da çabalar şimdilik yetersizdir. # Gelelim Kastamonu'nun şanslı kuşlarına... Eski alışkanlığımı burada da sürdürmeye niyetleniyorum. Bayat ekmek, buğday atıyorum bahçeye. Yemek için bir tek kuş gelmiyor nedense. Günlerce durum hiç değişmiyor. Doğrusu, bu duruma bir anlam veremiyorum. Ama yine de bahçeye-oturduğum evin balkonu yok da- bir şeyler atma geleneğinden de bir türlü vazgeçemiyorum. Belki bir gün... Derken bir gün, erken saatlerde çarşı tarafına gitmem gerekiyor. Yollar henüz hareketlenmemiş. Arabalar seyrek, insanlar tek tük. O da ne, her ağacın altı öbek öbek kuş dolu. Ortalık bayramyerine dönmüş adeta. Serçeler, sığırcıklar ve diğerleri... İnsanlara da öylesine alışmışlar ki. Pek ürktükleri filan yok. Yanına yaklaşınca biraz tedirginleşip, ürküyorlar. Birkaç kanat vuruşuyla havalanır gibi yapıp tekrar yemlerine dönüyorlar. Evet her ağacın altı çeşitli yemlerle donatılmış şölen sofralarına benziyor. Şaşırıyorum. O an beni bir merak sarıyor ki sormayın. Acele tarafından bu işin esrarını çözmeliyim. Ve yapacağım işi filan unutup, en yakındaki dükkana yöneliyorum. Orta yaşlı bakkaliye sahibi gülümseyen bir yüzle karşılıyor beni. Lafı fazla uzatmadan merakımı sözcüklere döküyorum. "Kuşlara yemleri kim veriyor acaba?" Sorumla birlikte gülümseyen yüzü daha bir sevimli hal alıyor. Sorumu soruyla yanıtlıyor. "Hiç söylenir mi kimin verdiği? O zaman ne anlamı kalır iyilik yapmanın! " Üstü kapalı verdiği yanıtı almanın rahatlığıyla, teşekkür ederek dükkandan ayrılıyorum. İtiraf etmeliyim ki, kuşlar yerel yönetim yada bir sivil toplum kuruluşu tarafından besleniyor diye düşünmüştüm. Sorum da o yöndeydi haliyle. Olsun, kimlerin beslediği önemli değil aslında. Artık geceleri daha rahat uyuyabilirim. Çünkü, kış ne kadar sert geçerse geçsin Kastamonu'da onları besleyen duyarlı birçok insanın varlığı içimi ısıtıyor. Yaptıklarının kimseler tarafından bilinmesini istemeyecek kadar da incelikli, onurlu, alçak gönüllüler. Üstelik bu insanlar; yaptıkları en küçük yardımların peşine takılıp, en şık giysileri, en görkemli takıları, en sevecen(!) tavırlarıyla gazete ve televizyonlarda boy gösteren, hava atan, yalnızca tribünlere oynayanlara da hiç mi hiç benzemiyorlar... 18. ŞUBAT.2005 ÇALIŞMA ORTAMI Sayı 82
AĞAÇLAR AYAKTA ÖLDÜRÜLÜR !
Henüz kentin yabancısıyım. Ailece geleli beş on gün olmuş. Yeni yeni çevreyi öğrenmeye, "nerede ne var ?"ı bulmaya çalışıyoruz. Günlerden cumartesi ya da pazar. Yaz mevsiminin insanı bunaltmayan son sıcakları yaşanıyor. Günlük gereksinimler için markete gidiyorum. İçeriye adımımı attığım an bir anormallik seziyorum. Tatil gününden öte bir kalabalık bu. Özellikle et reyonuna sokulmak kimin haddine. Daha öğle saatleri olmasına karşın reyon tümüyle boşalmış. Merak edip görevliye soruyorum. "Piknikçiler" diyor. "Allah Allah" diyorum. "Kastamonu' da herkes piknikçi galiba. Bir gün önce tepeleme doldurulmuş but, kanat, pirzola, kıyma tepsileri, bilumum et ürünleri, yarım gün içinde nasıl tükenir!" Zamanla öğreniyoruz. Yakın çevrede insanı cezbeden öyle güzel piknik alanları var ki, hafta sonları için başka seçenek aratmıyor. Çok geçmeden biz de bu modaya ayak uyduruyoruz. Bir süre, Araç, Daday, Devrekani ilçe yollarındaki ormanlık alanlarda piknik alanı keşiflerine çıkıyoruz. Hoş yerler de buluyoruz. Derken, işin uzmanlarından, havaalanı bitişiğindeki "Uzunyazı" önerisi geliyor. İlk hafta sonunda rotayı o yöne çeviriyoruz. Vardığımızda gördüğümüz manzara bizi gerçekten hayrete düşürüyor. Kastamonu tümüyle boşalmış, buraya akın etmiş sanki. Hemen her ağacın altına yol gidiyor ve hemen her ağacın altında bir grup insan. Kimisi masa ve sandalyelerde, kimisi yaygılar üzerinde. Mangallar yakılmış, teyplerden yükselen müzik sesi daha iyi duyulsun diye, arabaların bütün kapıları ardına kadar açılmış. Hamur tahtası, sac getirenler bile var. Yemeklerini yiyenler çay faslına geçmişler. Çocuklar ve gençler top, erkekler tavla, okey ya da araç temizliğiyle haşır neşir. Hamaklar, bebek salıncakları görüntüyü tamamlayan diğer ayrıntılar. Az kalsın unutuyordum. Orman özelliğini yitirmiş açık alanlar, baba kucağındaki bebeden tutun da her yaştan sürücü adayı için direksiyon çalışma pisti angaryasını da yüklenmiş. Uzun uğraşlar sonucu başımızı ancak güneşten koruyacak genişlikte bir ağaç altı bulabiliyoruz. Bizde henüz mangal filan yok. Her şey evde hazırlanmış. Börek, kek, söğüş türünden yiyecekler. Sıcak suyumuz termosta, meyve çaylarımız poşette. Uzunyazı'daki ilk hafta sonu zevkimiz ne yazık ki biraz kısa sürüyor. Top oynayanların çığlıkları, içkiyi biraz fazla kaçıranların şamataları, özellikle de müzik sesleri birbirini bastırabilmek, bizi de kaçırabilmek için elinden geleni yapıyor. Giderek eğlencemiz işkenceye dönüşüyor. Çaresiz pikniğimizi erken bitirmek zorunda kalıyoruz. Oradan ayrılmadan önce, gelecek hafta için şöyle bir çevre keşfini de ihmal etmiyoruz. Daha içerlerde çok hoş yerler buluyoruz. "Tamam" diyoruz. "Haftaya daha erken gelir, daha sessiz köşeler buluruz. Özellikle de bebek salıncağı olan komşular tercih ederiz. Çünkü orada gürültü olmayacağı kesin!" Nitekim bu planımız ertesi haftalarda tıkır tıkır işliyor. Götürdüklerimizi keyifle yiyor, müziğimizi kimseleri rahatsız etmeden dinliyor, kitabımızı, dergimizi huzurla okuyoruz. Ha, bu arada biz de mangallanıp, hamaklanıyoruz. Görüldüğü gibi, piknik kültürümüz giderek gelişiyor! "İşler yolunda gidiyor, halimizden memnunuz" derken olanlar oluyor.
O hafta sonu hava, sık sık karar değiştiriyor. Bir açıyor, bir kapıyor. Musluk reklamı gibi... Bu kararsızlık bize de bulaşıyor. Sonunda cesaretimizi toplayıp yola koyuluyoruz. Yağmurdan çekindiğimiz için ana yoldan fazla ayrılmıyoruz. Zaten pek gelen de olmamış. Açık bir alanın ortasındaki mahzun duruşlu bir ağacı gözümüze kestiriyoruz. Ve acele tarafından oraya yerleşiyoruz. Yağmura karşı yarış halindeyiz. Ya bastırıverirse... Hızla yaygıları seriyor, yiyecekleri açıyoruz. Sıra mangala geliyor. Kömür, tahta parçası, çıra üçlüsüyle mangalımız anında göreve hazır hale geliyor. Ateş, kıvamını bulunca da ızgarayı ateşin üstüne yerleştiriyoruz. Pişme olayı sürerken, ben de çevreye şöyle bir göz atma fırsatı buluyorum. Yerler bir önceki piknikçilerin menüsünden izler taşıyor. Biraz ilerimizde, kağıtlar, plastikler, kemik parçaları, pet şişeler, çocuk bezleri, kırık içki şişelerinden oluşan çöp tepeciği oluşmuş. Derken ağaca gözüm takılıyor. O da ne! Şaşırıp kalıyorum. İçimi ince bir hüzün, irice bir öfke kaplıyor. Acele eşimle oğlumu çağırıyorum. Onlarda gördüklerinden şaşkın ve kızgınlar. Ağacın gövdesinin yarısı yok. Evet, evet yanlış duymadınız. Zavallı ağaç, yontula yontula gövdesinin yarısını yitirmiş. Neden mi? Çırası yüzünden tabii. Birileri mangal tutuşturacak ya! Bütün neşemiz kaçıyor. lokmalar boğazımıza diziliyor. Hemen bir kalem arıyorum. Bulamıyorum. Ağacın kalan yarasının üzerine bir şeyler yazmayı düşünüyorum. Belki ileride alıcısını bulur diye. "Hangi vicdansızlar(!) seni bu hale getirdi?" Oysa asıl yazmak istediğim bu değil tabii. Ama terbiyem daha sunturlusuna el vermiyor. Bu acı görüntü bana yıllar önce, Elazığ yakınlarındaki Hazar Gölü kıyısında yaşadığım bir olayı anımsatıyor. Yıl 1969. Aya ilk ayak izinin bırakıldığı günler. Göl kıyısında çalışma kampımız var. Çadırlarda kalıyoruz. Akşamüzeri mutfak çadırının önünde oturmuş çay içip laflıyoruz. Bolulu aşçımız, karşı köyün korucusu ve birkaç arkadaş aydan, çevreden bahsederken söz ormanlara geliyor. Korucu diyor ki, " İnanmayacaksınız ama köyde bir evin temelini kazarken öyle bir ağaç kütüğü çıkardık ki, çevresini iki kişi zor kavrar. Şimdi buralarda orman kalmadığına bakmayın. Dedelerimiz kese kese bitirmiş." Hepimiz biraz şüpheyle bakmakla birlikte aşçı hemen atılıyor. "Amma da attın haaa. Biz memlekette lazım oldukça keseriz. Yakacak, ev, alet edevat yaparız. Ne bittiği var, ne biteceği."
21. ARALIK. 2004
ENGELLER, ENGELLİLER, KALDIRIMLAR Kaldırımlar. Kentlerin nabzının attığı, her yaştan insanın sel olup aktığı can damarları... Caddelerin, sade, renkli, tırtırlı, düz, karo, petek dokulu kenar süsleri. Her yaştan, her ekonomik, sosyal, kültürel yapıdan sayısız insanın kullandığı, bazen dostlarla, bazen yalnız piyasaya çıktığı, bazen telaşlı geçtiği, sevinçlerini, hüzünlerini, coşkularını paylaştığı kaldırımlar. Kavak yeli vurgunu, sevda yorgunu yüreklerin, gözlerle konuşan gönüllerin sessiz tanığı. Kimisi basmaya kıyamayacak denli temiz, kimisi çöp, tükürük, balgamdan ötürü basılamayacak kadar pis. Kimisi protokoldeki kırmızı halılar benzeri göz alıcı, kimisi yama tutmayan giysiler kadar iç acıtıcı. İster modern olsun ister klasik, ister kaba saba olsun ister zarif, ister özenli kullanılsın ister hoyrat, yine de her haliyle bize benzeyen, bizden olan, toplumun birebir aynası, en yalın fotoğrafı kaldırımlar, bizim kaldırımlarımız... Eee, kent yaşamında böylesine önemli işlevler yüklensin de yerel yönetimlerin ilgisini çekmesin, kent süslemesine onlardan başlanmasın. Hiç mümkün mü bu! Yeni gelenlerin ilk işidir. Anında eskiler sökülür, yeniler döşenir, görünüm değişir, ya da değişti sanılır. Malzeme seçimlerinde ise sadece görüntüden hareket edildiği için çoğunlukla arabesk görünümlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Oysa, bir projenin başarıyla hayata geçirilmesi için ön hazırlık şarttır. Kış şartlarına uygun mu, karda kışta buzlanma olur mu, dayanıklı mı, yağmur suları için eğim yeterli mi, sık sık genişleyip daralıyor mu, direkler, çöp bidonları, telekom kutuları vb. geçişleri engelliyor mu, binalar arasındaki yükselti farkı gizli tuzaklar oluşturuyor mu, yoldan yüksekliği, ülke insanın boy ortalamasına uygun mu gibi sorular net karşılığını bulmalıdır. Ne yazık ki, gözden kaçan bu tür masum eksiklikler, yaşadığım, gördüğüm, yada şöyle bir yolumun düştüğü bir çok yerleşim yeri için geçerlidir. Döşenirken nedense, bebek arabalı, pazar arabalı, tekerlekli valizli hele de tekerlekli sandalyeli engellilerce kullanılacağı pek akla gelmez. Çin seddi gibidir her biri(!) Ortalama boydaki sağlıklı erişkinler bile çıkarken zorlanır. İniş çıkış platformları ya hiç yoktur yada eğimleri pek uygun değildir. Seviyeleri de sık sık değişir, hatta aralara basamaklar dahi girebilir. Oysa, yaşı, boyu, sağlığı, yükü ne olursa olsun, herkes, evinden çıktığı andan itibaren, kimseden yardım beklemeden, varacağı yere rahatça ulaşmanın mutluluğunu yaşayabilmelidir. Bu onun en doğal hakkıdır. Ayrıca bir gün herkesin yaşlanacağı gerçeği, yürüme engellilik şanssızlığının bizim kapımızı da çalabileceği olasılığı hatırdan çıkarılmamalıdır. # Gelelim Kastamonu'ya. Bundan iki yıl kadar önce kente geldiğimiz ilk günlerde, kaldırım döşeme işleri henüz bitmemişti. Ve ilk dikkatimi çeken şey iniş çıkış kolaylığı sağlayan platformlardı. Bu, birçok kentimizde görülmeyen türden bir incelikti. Karolar estetikti. Üstleri tırtırlı, olabildiğince kış mevsimine uygun seçilmişti. Görünümleri dikkat çekecek kadar güzeldi. Özenli döşendikleri belliydi. (Aralardaki kırıklar hariç) Zamanla şehir merkezine gidiş gelişlerde, çevreye daha alıcı gözle baktıkça, bazı olumsuzluklar dikkatimi çekmeye başladı. Neydi bunlar? Bazı yerlerde kaldırımlar iki insanın zor geçeceği kadar daralıyor, mağaza girişleriyle birbirine karışıyordu. Özellikle, şehir merkezine yaklaştıkça binalar arasındaki yükselti farkı dikkat çekecek kadar fazla, hatta basamaklıydı. İşin daha da vahimi, bazı eğik yüzeyler ya çok dik ya da hiç döşen(e)memişti. Ayrıca, uyarı levhası direkleri, bazı platformların hemen kenarında, geçişi engelleyici konumdaydı. Gözlenen aksaklıklar-ki giderilmesi zor şeyler değil- uygulamanın güzelliğini, düşüncenin inceliğini bozamaz elbet, bozmamalıdır da. Aklıma takılan şu sorunun da yanıtını merak etmiyor değilim doğrusu. Kaldırım döşeme işlemleri bittiğinde, döşeyen ustanın, belediye yetkilisinin ve yürüme engelli bir Kastamonulunun da katıldığı bir uygulama yapıldı mı acaba? Şöyle Kışla Parkı'ndan Belediye Caddesine kadar gidilip, dönüşte de yolun karşı tarafı kullanılarak Kışla Parkı'na gelindi mi? Nasıl? Her şey yolunda mıydı, her şey kağıt üzerinde düşünüldüğü gibi hayata geçirilmiş miydi? Yoksa... Unutmayalım ki hayat, dört duvar arasında geçirilemeyecek kadar güzeldir. Çocuk, genç, yaşlı, engelli, engelsiz her yaştan insan, yaşam sevincini en yoğun biçimiyle ancak parklarda, sokaklarda, kaldırımlarda, diğer insanların arasına karışarak, onlarla paylaşarak yaşayabilir. Hele de baharın gelişini hissettirdiği, hafiften yağmurun çiselediği, arada bir güneşle bulutun köşe kapmaca oynadığı şu günlerde, kim istemez kendini evin dışına atmayı, dudağının kenarına iliştiriverdiği bir türküyle çay boyunda turlamayı, ıslanmayı, kurumayı, coşmayı, mutlu olmayı, yaşamın nabzını tutmayı. Sahi, kim istemez?! ŞUBAT.2005
PLATON'U ANADOLU'YA BAĞLAYAN KÖPRÜ(*) Uzunca bir kışın ardından Bodrum tatili doğrusu ilaç gibi gelmişti. Güneş tüm cömertliğini sunmuş, iliklerine kadar ısıtmıştı. Bol bol denize girmişler, eğlenmişler, yeni arkadaşlar, yeni dostlar edinmişlerdi. Her günbatımı geriye farklı anlar, farklı tatlar, farklı renkler bırakmıştı. Yaşanan her güzellik, anılarında, düşlenenden çok daha derin izler bırakmaya adaydı. Dolu dolu geçen her gün kızlarının yanı sıra genç anneyi de mutlu etmeye yetmişti. Ancak, tatilin son günlerinde aynı zamanda öğretmen olan annenin neşesi, huzuru biraz kaçar gibi olmuştu. Gözlerindeki pırıltı giderek azalmış, yerini şımarık hüzün bulutlarına bırakmıştı. Özellikle yalnız kaldığında giriştiği iç hesaplaşmaların çözümsüzlüğünü, tedirginliğini yüzünden okumak mümkündü. Ama o kararlıydı. Yaşadıkları kente döner dönmez bu işi çözmek için hemen kolları sıvayacaktı. Neydi genç anneyi böylesine mutsuz eden, neşesini kaçıran şey? # Bilirsiniz çocuklar biz büyüklere pek benzemezler. Onlar, yaşıtlarıyla çok daha çabuk kaynaşır, çok daha çabuk arkadaş oluverir. Ailenin küçük kızı da kendisine yeni arkadaşlar bulmakta hiç zaman yitirmemiştir. Özellikle bir tanesine diğerlerine oranla çok daha fazla ısınmış, bağlanmış, kısa zamanda ayrılmaz bir ikili oluvermiştir. Ama kızının arkadaşıyla konuşmalarına istemeyerek de olsa, kulak ve göz misafiri olan anne bir şeylerin farkına varmakta gecikmemiştir. Her buluşmalarında kızı genellikle dinleyici, diğeri ise sürekli konuşmacı rolüne soyunmakta, arkadaşı şen şakrak bir şeyler anlattıkça o, ağzının içine düşercesine onu seyretmektedir. İşte bu fark edişler genç annenin yüreğinde giderek tedirginliğe, huzursuzluğa dönüşür. Komşularının kızıyla ilgili edinilen bilgiler değerlendirildiğinde olay daha bir netleşir. Komşuları büyük bir kentte yaşamaktadır. Kızları da klasik öğreniminin yanı sıra bale ve piyano eğitimi almaktadır. "Sanırım rahat tavırları, konuşkanlığı, özgüveni bundandır" diye düşünür genç anne. Yaşadıkları kente döner dönmez halletmesi gereken şeyin ne olduğunu şimdi çok daha iyi bilmektedir. İş başa düşmüştür. Hiç olmazsa, en küçük kızıyla birlikte bölgedeki çocuklara yeni bir ufuk, yeni bir pencere açacak girişimlere başlamanın zamanı gelmiştir, hatta geçmektedir. # Yaşadıkları ile döndüklerinde ilk işi, Ankara Devlet Opera ve Balesi'nden bir yetkiliye ulaşmak olur. Derdini, düşüncelerini, projelerini dilinin döndüğünce telefon aracılığıyla anlatmaya çalışır. Ne yazık ki pek ciddiye alınmaz. Ama pes etmeye hiç niyeti yoktur. Uzun uğraşlar sonucu randevu alır, Ankara'ya gider. Heyecanlı ve bir o kadar da coşkuludur. Yapmak istediklerini tek tek sıralar sanat gönüllüsü insan. Sonuç yine aynıdır. Beklediği yanıt bir türlü gelmez ilgililerden. "Henüz erken, biraz daha beklemekte yarar var." yanıtını alır. Oysa geç bile kalınmıştır ona göre. Kararlıdır, yola koyulmuştur bir kere, durmak hele de dönmek asla düşünülemez. Çevresindeki hemen herkes, bıyık altından gülümseyerek girişimlerini izlese de o, bu işin üstesinden gelecektir. "Cevherin kıymetini cevahirci anlar" sözü doğru adresi bulur sonunda. Bu adres Tan Sağtürk'tür. Alınan yanıt ise bu kez "evet "tir. # Şimdi onlarca belki de yüzlerce çocuk içlerindeki cevheri ortaya çıkarmanın heyecanıyla dans etmektedir. Anadolu ezgilerinin, halaylarının yanına baleyi de katmanın mutluluğunu yaşamaktadır. Belki birkaçı profesyonel olacak, ülkelerini dünya sahnelerinde temsil edecektir. Peşlerinden gelecek kuşaklara örnek olacaktır. Bölgedeki üç okula yenileri eklenecek, festivaller gelenekselleşecek, çok uzak bir düş, hatta ütopya gibi görünen " Konservatuar" düşüncesi gerçeğe dönüşecektir. Bu girişimin ilk harcını koyan küçük kız, belki de baleyi sürdürmeyecektir. Ama o yetenekli kardeşlerinin yolunu açan sessiz kahramanlar arasındaki yerini çoktan almıştır. Hamuru sanatla şekillenecek sayısız çocuk, daha güzel bir dünya için dans edip ter dökerken, başta o ve annesi olmak üzere bu işe emeği geçen herkesin gurur kaynağı olacaktır. # Önüne çıkan tüm engelleri birer birer aşan genç anne, minikleri izlerken kendisine engel olmayı asla beceremez. Bir tek bu tutkusuna yenik düşer her defasında. Hayal dünyasında da olsa piyanonun başında hep o vardır. Piyanosunu kimselere bırakmaz(!) Öğrenme yaşı çok gerilerde kalsa da o, dansa başlayan her çocukla birlikte aynı heyecanı yaşamakta, çocukluğuna, hayallerine, yarım kalmış özlemlerine geri dönmektedir. # Geniş ve köklü bir aileden gelmektedir öğretmen anne. Dedesinin olanakları fazlasıyla yerindedir. Ama gelenekler, görenekler, öncelikler farklıdır. İlk kez yedi yaşlarındayken, komşularında görmüştür bu garip çalgıyı. Adının piyano olduğunu da onlardan öğrenmiştir. Tabii gördüklerini dedesine açmaya cesaret bile edememiştir. Açamamanın, soramamanın, isteyememenin pişmanlığıyla beslenen, "İstesem alır mıydı acaba?!" sorusundan kurtuluş yoktu anlaşılan. Piyano tutkusunu külleyerek sürdürdüğü eğitimini Ankara'da tamamlayışının ardından, öğretmen olarak yaşadığı topraklara geri döner. Öğretmenliğinin ilerleyen yıllarında kendisine olan güven eksikliğinin farkına varır; kendisini geliştirmek ve donatmak için elinden geleni yapar. Çeşitli kurs ve seminerlere katılır. Hatta altı ay kadar diksiyon, güzel ve etkili konuşma dersleri bile alır. Şimdilerde ne zaman aynaya şöyle bir baksa, bir yandan gülümseyen, bir yandan da adeta dünyaya meydan okuyan, özgüveni tam, tanıdık bir yüz ona göz kırpmaktadır. "Eğitmenin, eğitilmenin yaşı yoktur." sözüne yürekten inanan bu güzel insan, sayıları giderek artan genç dansçılara katkıda bulunmanın haklı kıvancını yaşamaktadır. # O bir annedir, bu yurdun idealist bir öğretmenidir. O, yüreği insan, özellikle de yarınların özgüvenli bireylerini oluşturacak çocuk sevgisiyle çarpan, sanatın inceliğine, incelticiliğine, eğiticiliğine inanan çağdaş bir Anadolu kadını, örnek bir eğitim ve sanat gönüllüsüdür.. Başarı sabır ve kararlılık ister. Onu bir an önce kucaklamak, özlemi dindirebilmek içinse inançla yola çıkmak gerekir. Engel, olanak, erken, acaba gibi sözcüklerden hiç hoşlanmaz, onlarla birlikte olamaz, yan yana gelmeye dahi katlanamaz. Yıllar önce büyük düşünür Platon şöyle demiştir bir sözünde; "Güçlü toplum olmanın yolu bireyden, güçlü birey olmanın yolu ise spor ve müzikten geçer." İşte bu sav, yıllar sonra bir kez daha doğrulanma sınavına hazırlanmaktadır. Çünkü, sporla müziğin birlikteliğinden doğan bale, sanatta doruk noktasıdır. Bunun en somut, en canlı örneği de bale okullarında eğitilmekte olan genç dansçılardır. 21. yüzyıl Anadolu'sundan Platon'a sunulan bir demet çiçektir onlar, bir tutam müzik, bir tutam estetiktir. Onları yarına hazırlayan idealist öğretmenimiz ise, büyük düşünürle minik dansçıları birbirine bağlayan görkemli köprünün güçlü, dirençli, sabırlı mimarıdır. Çalışma Ortamı Sayı 84 (*) 16.ekim.2004 tarihli Vatan Gazetesi'nin Çikolata ekinde, Selcen Tanınmış'ın Diyarbakır, Mardin Bale okullarının kurucusu ve yöneticisi, öğretmen Zeliha Yılmaz'la yaptığı söyleşiden esinlenerek yazılmıştır. Öykünün devamı bale öğrenen sokak çocuklarınca yazılmaktadır. Benzeri girişimlerin Kastamonu'da da gerçekleşmesi dileğiyle...
ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİ ÜSTÜNE
"Dünya atalarımızdan miras kalmadı. O, çocuklarımızın bize emanetidir." Kızılderili Atasözü
"KASTAMONU ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİ İNŞAAT ALANI" levhasını her okuyuşta ne kadar heyecanlandığımı bilmem tahmin edebilir misiniz? Ne zaman yolum o taraflara düşse, levhayı okumak bir yana arabadan inip çevreyi şöyle bir incelemeden edemem. Tıpkı bölgeye ilk geldiğim günkü gibi içimi karmaşık duygular kaplar. Bütün seçenekleri gördükten sonra, OSB için yapılan toplantılar, değerlendirmeler dün gibi hatırımda. Bilirsiniz, organize sanayi yer seçimlerinde sayısız kriter vardır. Toprak sınıfı, eğim, meteorolojik koşullar, depremsellik, heyelan, yer altı suyu, baraj, orman, mera, sit alanları, yerleşim yerleri ve gelişim yönleri, ulaşım vb. ilk anda aklıma geliverenler. Sözün kısası, sanayileşme bir ülkenin kalkınması için ne kadar önemliyse, uygun yeri seçebilmek de ülkenin geleceği açısından en az o kadar önemlidir. Bu önem yer seçimiyle noktalanmaz elbet. Her sanayi bölgesinde öncelikle- hatta işletmeler üretime geçmeden önce- mutlaka arıtma tesisi kurulmalıdır. İş bununla da kalmamalı, arıtma tesisinden tam randıman alınabilmesi için bölgedeki sanayi kuruluşları özenle seçilmeli, en azından benzer atıkları çıkaranlar tercih edilmelidir. Hatta mümkünse, çıkacak suyun tekrar kullanımını -geri dönüşümünü- sağlayacak arıtma teknolojileri uygulanmalıdır. Gelişmiş ülkelerdeki arıtma tesislerinden, balık besleyecek, hatta içilecek kalitede su elde edildiği de bir gerçektir. Başta insanlar olmak üzere tüm canlılar için hayati önem taşıyan havadaki kirlilik oranın en alt düzeyde tutulabilmesi için, sanayi kuruluşlarına mutlaka baca filtreleri takılmalı ve çalışması sık aralıklarla kontrol edilmelidir. Baca filtresi ve arıtma tesisinin getireceği elektrik ve benzeri işletme giderlerinin, çalıştırılmadıklarında doğuracağı zararlardan çok daha az olacağı da hatırdan çıkarılmamalıdır. Ayrıca, oluşacak çarpık kentleşmenin önüne geçebilmek için sanayi bölgelerinin etrafına genişçe bir yeşil kuşak oluşturulması gerekir. Bu sorunların göz ardı edildiği yada pek fazla önemsenmediği, zamanında önlem alınmadığı bazı sanayi bölgelerinde yaşanan olumsuzlukların Kastamonu'da da yaşanmaması için işin baştan sıkı tutulmasında ve bu gibi hassas konular üzerinde titizlikle durulmasında büyük yarar vardır. Dünyada ve ülkemizde, yukarıda sıralanan nedenlerden ötürü işletme giderlerinin minimumda tutulmaya çalışıldığı bölgelerde, yeşilliklerin, özellikle yerleşim yerlerinin üzerine kabus gibi çöken hava kirliliği, kimyasal içerikli yağmurlar ve giderek canlı türlerini yitiren akarsuların görünümü içler acısıdır. Ayrıca, sanayi, sağlık, zirai mücadele ve evsel atıklı derelerden çekilen sularla kirlenen altın değerindeki tarım topraklarının, yer altı sularının temizlenebilmesi için kaç yıl, kaç on yıl geçmesi gerektiğini düşünmek insanı fazlasıyla ürkütüyor. "Unutmayalım ki, bir santimetre kalınlığındaki tarım toprağının yeniden oluşabilmesi için yaklaşık bin yıl gerekmektedir." Sadece bu acı gerçek bile çevreyi korumanın önemini vurgulamaya yeterlidir sanırım. Yukarıdaki çarpıcı bulgu ve görüntülere 95 ülkeden 1360 bilim adamının hazırladığı raporu da eklemek de büyük yarar var. "DÜNYA KAYNAKLARININ ÜÇTE İKİSİ (başta yakıt, beslenme, barınma ihtiyacı olmak üzere) TÜKETİLMİŞTİR. Dünya orman varlığının çok yakın zamanlarda yarıya indiği de bilinmektedir. Oysa sanayileşme, sadece insanları değil doğrudan yada dolaylı tüm canlıları yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle, ekolojik dengeyi korumak, canlılar arasındaki mutlu, huzurlu, sağlıklı yaşam zincirine saygı göstermek bir zorunluluktur. Kanatları zifte bulanmış kuşları, suda ters yüzen balıkları, kürkleri, yağları, etleri, dişleri, akla gelmeyen herhangi bir nedenle soyları hızla tükenen, tüketilen hayvan türlerini, leoparları, kaplanları, ayıları fokları, balinaları vb., kesilmiş ağaçları,yakılmış ormanları, kurumaya yüz tutmuş nehirleri, gölleri, toprağını, yeşilini, her türden hayvanını, zenginliğini yitirmiş çıplak dağları, giderek azmanlaşan çölleri eski haline dönüştürmenin güçlüğü- belki de imkansızlığı- ortadır. Tüm bu sonuçlar bize şu gerçeği fısıldamakta hatta yüksek sesle haykırmaktadır. "Çevreye saygı göstermeyen sanayileşme, insanın sağlığını, insanlığın saygınlığını tüketir." Kızılderili atasözündeki gibi; atalarımızın mirasından öte çocuklarımızın bize emaneti olan şu güzelim dünyayı gözümüz gibi korumak tek hedefimiz olmalı. Gönül ister ki, bizden sonraki kuşaklara, toprağı, suyu, havası temiz, kuşları, balıkları, ağaçları ve bilumum canlı türleriyle eksiksiz bir doğa teslim etmenin, "Bakın, emanet nasıl korunurmuş" un haklı gururunu yaşayalım. Ne dersiniz, bu mümkün mü?! Yazımızı Kızılderili reislerden birinin şu çarpıcı sözleriyle noktalayalım:
Çalışma Ortamı Sayı 85 Not: Yazının kaleme alındığı günlerde gazetelerin yazdığına göre, tarım toprakları üzerine yapılanan, irili ufaklı yaklaşık 5000 sanayi kuruluşu af kapsamına alınmayı bekliyor(muş).
PİYANOCU MEHMET USTA
Onunla ilk kez doksanlı yılların ortalarında Kastamonu Kent Tarihi Müzesi'nde tanışıyorum. Bölmelerden birindeki siyah beyaz fotoğraf ve altındaki yazı ilgimi çekiyor. Hızlı bir göz gezdirişin ardından bir kez de sindire sindire okuyorum. İçimi coşkuyla birlikte bir hüzün kaplıyor. Coşkuluyum, yıllar önce sıradan bir insanın, yalnızca marangoz aletleri kullanarak yaptığı şaheserle aynı mekanı paylaşıyorum. Hüzünlüyüm, böylesine bir şaheserden birçoğumuz gibi benim de birkaç dakika öncesine kadar haberim yoktu. # Bundan yaklaşık yüz elli yıl kadar önce yürekli bir adam yaşar Kastamonu'da. Bu üstün becerili insanın adı TAŞKÖPRÜLÜOĞLU MEHMET USTA'dır. O günün koşullarında ud, saz, cümbüş, kaval hatta keman değil de nedense piyano yapmaya sevdalanır. Ve bu sevda beş adet KONSOL PİYANO yla sonuçlanır. Bilindiği kadarıyla bu beş piyanodan ikisi halen Kastamonu Kent Tarihi Müzesi ile 75. Yıl Müzesi'nde sergilenmektedir. Biri Yıldız Sarayı'nda, bir diğeri ise armağan olarak gittiği II. Wilhelm'in sarayında olmalıdır. Beşinci piyano ise torununa çeyiz olarak verilmiş, bir süre yaşadıkları apartmanın bodrumunda kaderine terk edilmiş, daha sonra da elden çıkarılmak zorunda kalınmıştır. Ankara'daki yakınlarıyla yapılan görüşmelerden sağlıklı bir sonuç elde edilememiş, Usta ile ilgili daha detaylı bilgi ve belgelere ne yazık ki ulaşılamamıştır.Kaldı ki aile bireylerinden birisi halen operada sanatçıdır. Gelelim olayın sanatsever herkesi hüzünlendirecek yanına. İnsan ömrüyle kıyaslandığında bile, aradan çok uzun bir süre geçmemesine rağmen, Usta'yla ilgili birçok konu soru işaretiyle sonlanmaktadır. Aşılması gereken o kadar çok bilinmeyen vardır ki. Ne zaman doğmuştur, ne zaman ölmüştür, mezarı nerededir? Mektupçuluk kaleminde görevliyken, piyano yapma sevdasına nasıl ve kim tarafından bulaştırılmıştır? Gerçi bu konuda, İtalyan yol Mühendisi Karlo'nun adı geçmektedir. Bir söylentiye göre Karlo eşyalarını tamir için evine götürdüğünde ustamız, ilk kez bir piyano görür. Çok ilgisini çeken(belki sesini de dinlediği) bu müzik aletini yapabileceğine inanır ve Karlo'dan izin ister. Bir söylentiye göre de nereden geldiği belli olmayan bir katalog geçer eline. İçinde piyano şemalarının ve parçalarının ayrıntılı çizimlerinin de yer aldığı bu kataloga bakarak piyano yapımına soyunur. Sonuç, daha önce de değindiğimiz gibi beş adet piyano ve Yıldız Sarayı'nın marangozhanesidir. Bazı parçaları nasıl yaptığı yada temin ettiği hala sırdır. Son yaptığı piyanolarda kullandığı sedef kakmalı parçalar, fildişi tuşlar onun becerikli ellerinde hayat bulmuştur. II.Abdülhamit'in tahttan indirilişinin ardından Yıldız Sarayı'ndan ayrıldığı, Kastamonu Mekteb-i Sanayi'de öğretmen olarak görev yaptığı bilinmektedir. O yıllarda ürettiği piyanoların içine konulan ceviz levha üzerine oyularak yazılan plakalar, insanı gerçekten duygulandırmakta, aynı zamanda heyecanlandırmaktadır. " MEKTEB-İ SANAYİ MAMULÂTIDIR" Kaç yıl öğretmenlik yapmıştır? Çalıştığı yıllarda başka neler üretmiştir? Onun yeteneklerini ve çalışmalarını sürdürecek, adını yaşatacak hiç mi öğrenci yetiştirememiştir? Birkaç bulanık bilgi dışında fazla iz bırakmadan bu dünyadan sessiz sedasız göçüp gitmiştir. Her canlı gibi ölüm kaçınılmazdır. Ama böylesi değerlerin yaşamları ömürleriyle sınırlı kalmamalı, sonsuza değin yaşatılmalı, ölüm bile onları öldürememelidir. Bir şekilde adları ölümsüzleşmeli, eserleri nadide birer armağan, eşsiz birer kültür mirası olarak korunmalı, üzerine titrenmelidir. Acaba TAŞKÖPRÜLÜOĞLU PİYANOCU MEHMET USTA toplumsal hafızası daha güçlü bir ülkede yaşasaydı, adının ölümsüzleşmesi için neler yapılmazdı?. Sanırım öncelikle şanına uygun bir heykeli dikilir, adı cadde, meydan, park yada yaşadığı semte verilir, adına Konservatuar-Güzel Sanatlar Fakültesi- açılır, müzik aletleri üretim merkezi kurulur, piyano ağırlıklı Müzik Festivalleri, yarışmalar düzenlenir, adının yalnızca ülkemizde değil dünyanın dört bucağında tanınması için her türden girişim yapılırdı. Tabii bunun doğal sonucu olarak Kastamonu'ya, dolayısıyla ülkemize getireceği kültürel, sanatsal katkıları, ekonomik faydaları kestirmek pek de zor olmasa gerek. Ama tüm bu sayılanları ve daha nicelerini hayata geçirmek, böylesi değerleri unutturmamak için zamanımızda da "Piyanocu Mehmet Usta" benzeri Don Kişot'ların çıkması gerekiyor. Yürekli, sabırlı, kararlı... Tıpkı, "Afyon Müzik Festivali" (ilk yıllarda, sanırım sadece caz festivali olarak düzenleniyordu) gerçekleştirmek üzere bundan beş altı yıl kadar önce tek başına yola çıkan değerli müzik öğretmeni gibi. Zamanla tüm Afyon'luların bu etkinliği benimseyip sahiplenmesini başaran, ülkesinin çağdaşlaşması adına üstün gayret gösteren bu türden öncülere, idealistlere öyle çok ihtiyacımız var ki... #
Ne zaman yolum Kastamonu Kent Tarihi Müzesi'ne düşse, piyanonun sergilendiği odaya şöyle bir göz atmadan edemem. Loş bir salonda vakur ve zarif bir edayla sanki, sabırla yolumu gözlemektedir. Dokunamasam da hiç olmazsa gözlerimle sever, okşarım o eşsiz güzelliği. Parmaklarımı onu incitmekten sakınırcasına, fildişi tuşlar üzerinde gezdirir, özlemimi dindirmeye çalışırım. Her buluşmamızda Taşköprülü Mehmet Usta'ya, o değerli insana, kendisine lâyık olamamanın ezikliği içinde saygı, selâm, teşekkür, özürler yollarım. Kabul eder mi dersiniz. Aralık 2005
REHABİLİTASYON MERKEZİ'NDEN İNSAN ÖYKÜLERİ Akay YÜCEBIBIYIK için... "Kastamonu Rehabilitasyon Merkezi"ne tam karşıdan bakıldığında, çam ağaçlarının arkasına gizlenmiş gibi durur. Daha doğrusu, gizlenmeye çalışmış da üst katları açıkta kalmış bir deve kuşunu andırır. Etrafı yer yer taş duvar, yer yer de demir parmaklıklarla çevrilidir. Aracımız kesik kesik öksürerek geçiyor bahçe kapısından, hafif rampalı yolu tırmanarak tatlı bir virajla hastane girişinde duruyor. Ayak bileği kırık eşimin arabadan inmesine yardım ederken, genç taksi sürücüsü bir anda ortadan kayboluyor. Tam araçtan inmiş eşyalarımızı toparlarken elinde tekerlekli sandalyeyle çıkageliyor. Bizlerle vedalaşmadan önce "geçmiş olsun" dileklerini yineliyor. Aracına atlayıp uzaklaşıyor. Büyük kentlerde alışık olmadığımız bu incelik karşısında şaşırıp kalıyoruz. # Birkaç basamak merdivenin yanındaki oldukça dik rampayı zorlanarak çıkıyoruz. Hastaneden içeriye girişte ağır bir hava karşılıyor ciğerlerimizi. Polikliniklerin bulunduğu koridor hayli kalabalık. Eşim kenarda beklerken işlemleri yürütüyorum. Kayıtlar, doktor seçimi, uzunca bekleyiş, zarif doktorumuzun candan ilgisi, fizyoterapiste yönlendiriliş derken kendimizi egzersiz salonunun kapısında buluyoruz. # Salon, ilk anda bana, Carlos Saura'nın film setini çağrıştırıyor. Bir duvar boydan boya aynayla kaplanmış. Üstteki hoparlörler şimdilik suskun görünüyor. Uzun duvardaki geniş pencereler çam ağaçlı manzarayla bütünleşmiş. İçerisi alabildiğine aydınlık. Aynanın önündeki mini merdivenler, adım atma engelleri, tutunma yerleri olan kısa yürüme platformları, ayak yaylanma düzeneği, iki sıralı dizilmiş beyaz çarşaflı yataklar, beyaz önlüklü terapistler, mavi önlüklü sağlık görevlileri film platosu düşünü hastaneye çevirmekte gecikmiyor. Salona girişimizle birlikte gözlerinin üzerimizde olduğunu hissettiğimiz genç bir bey "Geçmiş olsun" güler yüzlülüğüyle karşılıyor bizi. Fizyoterapistimiz olmalı. Zarif bir el hareketiyle boş yataklardan birini işaret ediyor. Eşimi hazırlayıp beklemeye koyuluyoruz. Hemen bütün yataklar dolu. Gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler hatta çocuklar. Her hastanın yanında bir de refakatçisi bulunuyor. Aletli aletsiz egzersiz yapanlar, yürümeye çalışanlar, merdivene çıkanlar, ayak yaylanması yapanlar, ancak özel düzeneklerle ayağa kalkabilenler, vücudu vurgun yemişçesine pelte gibi olanlar... Gözler aynaya, kulaklar fizyoterapistlere odaklanmış. Dikkatler, küçük bir adıma, minik bir parmak oynatışa yoğunlaşmış. Verilen egzersizleri yapmaya çabalarken salonu dolduran inlemeler, acılı sesler, ahlar, oflar, amanınlar, beceremeyenlere tatlı sert uyarılar, moral yükleyici övgüler... Olabildiğince kimseleri incitmeden, özellikle gözlerimi hastalardan kaçırarak çevreyi inceleyişim sıra bize gelene kadar sürüyor. # Derken, sıra eşime geliyor. Önce iletkenliği arttırmak için elektrotlara jel sürülüyor. Ardından ayağa düşük voltajda akım veriliyor. Elektrotların üstüne de havluya sarılmış sıcak kalıplar yerleştirilerek. ayak bileği yirmi dakikalık ısınmaya alınıyor. Her gün bu işlem tekrarlanıyor. Sonrasında sözcüklere dökemeyeceğim zorlu, acılı, sıkıntılı dakikalar başlıyor. Eklemlerdeki kireçlenmenin açılması işlemi, sanki insanın sabrını, dayanma gücünü sınıyor.
# Ve ben her gün, en azından yirmi dakikalık ısınma süresini çevreyi gözlemleyerek geçiriyorum. Kim bilir ne ilginç öyküler vardır şu insanlarda diye geçiyor aklımdan. Özellikle gençlerde. Çünkü, belli yaşın üstündekiler genellikle felçten geliyor olmalı. Ya ötekiler, gençler, çocuklar... Dünyalarına girebilmenin yolunu ararken, eşim benden daha becerikli çıkıyor. "Geçmiş olsun, sizin neyiniz var?" ın ardı çorap söküğü gibi geliyor. Hemen her gün yeni öykülerle yüzleşiyoruz. Görünen yüz'lerin ardından ne yüzler çıkıyor. Her öyküyle birlikte bir parçamızı onlarda bırakıyor, onlardan bir parçayı da kendimize katıyoruz adeta. Acılarımızın harmanından yeni acılar doğuyor. # Yanımızdaki yatakta gözlerinin içi sürekli gülümseyen genç bir bayan yatıyor. Otuzlarında var yok. Kendisine çok benzeyen bir refakatçi var yanında. Kardeşi olmalı. Trafik kazası geçirdiğini söylüyorlar. Oysa acı gerçek daha sonra anlaşılıyor. Kocası cinnet geçirmiş. Mezara giden yavrulardan, mapusa düşen kocadan geriye felçli şu genç kadın kalıyor. Onca acıya rağmen hala gülümsüyor olması doğrusu insanı şaşırtıyor. # Refakatçiler ya anne, ya kız kardeş ya da gelin. Erkekler sayılı. Onlardan biri de genç eşine sürekli moral vermeye çalışan yanık tenli delikanlı. Alçacık ağaç engelleri bile zor atlıyor kadın. Bazen de deviriyor. Eşi yüreklendirmese belki de çalışmayı oracıkta kesiverecek. Bu duruma gelinceye kadar neler çekmişler. Gördüğümüz durum çok iyileşmiş haliymiş. Bugünleri hayal bile edemediklerini de ekliyor genç adam. Eşim duygulanıyor işittiklerinden. "Ne mutlu sana" diyor hasta bayana, "Böyle fedakar bir eşin var.". O da göz yaşlarıyla yanıtlıyor eşimi. Devreye tam zamanında giriyor adam, "Hasta olana kadar değil, biz ölene kadar beraberiz." Gözlerdeki ıslanma sırası bu kez bizimkilere geçiyor. # Salona her girişimizde yaşlıca bir hastayı, genç refakatçisinin yardımıyla egzersiz yapar buluyoruz. Sanırım salonun en sessiz ikilisi onlar. Hiç sesleri çıkmıyor. Hele yaşlı adamın en zorlu hareketlerde bile gıkını çıkarmaması, konuşma engelli oluşunu akla getiriyor. Ama değilmiş. Zor duyduğu için her söyleneni bir kez de oğlu tekrarlayınca anlıyoruz gerçeği. Mazlum ve çocuksu duruşu, oğlunun şefkatli davranışı insanın içine işliyor. Sanki babayla oğul yer değiştirmiş. Oğluna soruyoruz, "Hastalıktan sonra mı sakinleşti?" diye. "Yooo" diyor. "Hep böyleydi babam. Sessiz ve sakindi. Kızdığını, sinirlendiğini hiç görmedim!" Oğlunun sevecenliğinin nereden kaynaklandığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. # Karşımızda çok genç bir kızcağız yatıyor. On sekizinde yok bile. Güç ve azim sembolü bir köylü kızı. Terapistlerin verdiği tüm ödevleri eksiksiz yapıyor oluşu gerçekten insanın içini burkuyor. Annesinden öğreniyoruz armut ağacından düştüğünü. Kendisi de alaycı bir tebessümle onaylıyor yaptığı hatayı. "Bundan sonra hiç armut yemezsin" herhalde diye takılıyoruz. "Yerim" diyor gözlerini devirerek."Eskisinden daha çok yerim. N'apayım, armudu çok seviyorum!" Gençlik bu olmalı diyorum. Tutunmalı yaşama insan, asla pes etmemeli. # Sabahın erken saatleri. Ortalıkta kimsecikler görünmüyor. Doktorların vizit saati henüz bitmemiş olmalı. Salon boşken daha bir büyümüş gibime geliyor. Derken bembeyaz sakallı, güleç mi güleç bir hasta giriyor içeri. Karşılıklı günaydınlar, geçmiş olsunlardan sonra öyküsünü anlatıyor kısaca. Gelmeden önce daha iyiymiş, hastanede morali bozulmuş. Bir an önce çıkacakmış ama yıllık izindeki doktorunu bekliyormuş. "Hele şu genç de olmasa buralar çekilir gibi değil" diyor. Şu genç dediği bizim sempatik fizyoterapist olmalı. Dertleşmemiz sürerken "şu genç" giriyor içeri. "Günaydıııın" diyor bize içtenlikle. Yaşlı hastanın yüzünde güller açıyor. Birlikte birkaç hareket yapıyorlar. Hepsinin üstesinden geliyor ak sakal. "Bravo, bunları yukarda da tekrarlarsın" diyor insanın içini açan renkli giyimli, şık terapistimiz. Vedalaşmanın hemen ardından, bir şeyler unutmuşçasına, ani bir hareketle geriye dönüyor yaşlı adam. Elini babacan belki de dedecen bir tavırla genç adamın omzuna atıyor."Sen yokken buralar çok soğuk be doktor!" Tanık olduğum bu durum karşısında duygulanıyorum. Bundan daha anlamlı ödül verilemezdi sanırım. İkisinin de mutluluğu gözlerinden okunuyor. # Eşimin çalışmaları sürerken bir de bakıyorum, kaşla göz arasında bütün yataklar dolmuş. Biraz sonra tüm hastaların topluca yaptıkları ısınma hareketleri, basit egzersizler başlayacak. Ardından herkes kendi derdine yoğunlaşacak. Bugün son günümüz. İşimiz erken bitiyor. Salondakilere "geçmiş olsun" diyoruz yüksek perdeden, görevlilere teşekkür ediyoruz. İnsan canlısı fizyoterapistimiz bizi kapıya kadar uğurluyor. Kısa süre önce, iki koltuk değneğiyle sekerek salona giren eşimin, dirsekten destekli tek değnekle yürüyebilme mutluluğunu bile doyasıya yaşayamadığını hissediyorum. # Sanki bir parçamız onlarda kalmışçasına eksilerek, belki de onlardan bir şeyler almışçasına çoğalarak ayrılıyoruz salondan. Bir yanımız mutlu, bir yanımız hüzünlü... Koridorda bekleşen sayısız tekerlekli sandalye görüyoruz. Sıra sıra dizilmişler. İyileşmek için içeride azimle çabalayan kolu kanadı kırık, vurgun yemiş insanlar, dışarıda onları sessizce bekleyen sandalyeler. Duygulanmamak elde değil. Hele de bazılarının bundan böyle hiç ayağa kalkamayacağı, yürüyemeyeceği sırrını bilmek insanın içini daha bir acıtıyor, taşımasını güçleştiriyor. Eşim de duygularına yenik düşmüş olmalı ki, ısrarla gözlerini benden kaçırıyor. Koridoru olabildiğince hızlı geçiyoruz. Tam çıkış kapısına yönelirken bir takım sesler çalınıyor kulağıma. Sahipleri hiç de yabancım değil. Hepsini tanıyorum tek tek, hepsi aileden biri gibi. "Hasta olana kadar değil, biz ölene kadar beraberiz!", "Hep böyleydi babam, sessiz ve sakindi...", "Eskisinden daha çok yerim, n'apayım armudu çok seviyorum!", "Sen yokken buralar çok soğuk be doktor..." Gerçek mi düş mü işittiklerim, bilemiyorum. Sesler duvarlarda yankılanıyor sürekli, sözcükler birbirine karışıyor. Sanki arkamızdan ısrarla bize sesleniyorlar. Cesaretim yok. Bir türlü geriye dönüp bakamıyorum. Ya onlardan biriyle tekrar göz göze gelirsem... Ocak 2006
"KAMBUR KÖPRÜ"NÜN İNSANLARI
# İşte Hasan da tüm bu olayların yakın tanığı, kaç yüz yaşındaki Kambur Köprü'ye sıkça yolu düşenlerdendir. Sahi adı Hasan mıdır? Doğrusu emin değilim. O da her sabah umutla köprünün yolunu tutan, "Ne iş olsa yaparım" cılardandır. Ev taşır, dükkanlara mal taşır, kışın odun kırar, kömür taşır, inşatlarda amelilik yapar, temel kazar, harç karar, hatta duvar bile örer. Şimdilerde her şey makineyle yapıldığı için işler daha da bir kesatlaşmıştır. İlle de şu soğuk kış günlerinde iş beklemek tam bir işkencedir. Bir yandan Ilgaz'ın değdiği yeri yakan ayazı, bir yandan eskimiş potinlerin üşüttüğü ayaklar, morarmış eller, hafiften kristallenmiş bıyıklar dayanma gücünü yer bitirir. Hele de iş çıkmadığı günler daha bir öfkelenir Hasan, istemese de şansına lanet okur. "Ah çocuklar bir okusa" diye geçirir aklından. O an bir çift güvercin havalanır sanki. Yüreği hafifler. Kızıyla oğlu olmasa şu işler de işsizlik de dayanılır gibi değildir. Hanımı bir yandan didinir, o bir yandan. Yine de durum bir arpa boyu yol misalidir. Kurtuluş çocuklarda, çocukların okumasındadır. Meydandaki saate takılır gözleri. On ikiye az kalmıştır. Kimselerin de gelip gideceği yoktur bu saatten sonra.. Arkadaşlarına "hadi eyvallah" diyerek evin yolunu tutar. Hiç olmazsa birkaç lokma bir şeyler atıştırıp, üstüne de iki üç bardak çay içince belki keyfi yerine gelir. Ellerini yıpranmış paltosunun ceplerinde ısıtmaya çalışarak dere boyunca yürümeye başlar. Arkadan yediği esintiyi önlemek için paltosunun yakasını hafiften kaldırır. Rüzgarın da sürüklemesiyle adımları kendiliğinden hızlanmıştır. Düşünceleri de adımlarıyla yarış eder adeta, onlar da hızlanır. Her ne kadar etrafına bakınıyor gibi görünse de bir şeyciklerin farkında bile değildir. Kafa karmaşık olunca gözler de etrafı görmez olur. Son günlerde ne gülücükler yakışır dudağının kenarına, ne de hafiften mırıldandığı türküler. "Hepsi eskidenmiş" der içinden. Daha da beteri, son günlerde yakasını bir türlü bırakmayan iç hesaplaşmaları, kavgaları, kendi kendine konuşması onu giderek ürkütmektedir. Görenler deli diyecek diye aklı çıkmakta, "Nasıl düzelecek bu işler böyle" sorusunu cevaplayamamak huzurunu kaçırmaktadır. Baktığını görmekte, duyduğunu anlamakta zorlanmaktadır. Dalgın adımlarla ilerlerken acı bir korna sesiyle kendine gelir Hasan. Karşı yolda, acayip fiyakalı bir arabanın sürücüsü, bisikletli çocuğa çarpmamak için acı bir firenle birlikte kornaya basmıştır. Çocuğun yanı sıra Hasanı da kendine getirmiştir kornayla karışık fren sesi. Allah'tan çocuğa bir şey olmamıştır da içi biraz rahatlamıştır. Bir kez daha bakar çocuktan yana. Henüz tamamlanmamış bir apartmanın girişine bisikletini çekmiş kendisi de yere çömelmiştir. Pek iyi göremese de korkudan titrediğini hisseder. Hasan bir süre çocuğu izledikten sonra tam yola koyulacakken, gözü bitmemiş inşaatın üstündeki bez ilana takılır. Gerçi hiç okul yüzü görmese de askerde Ali Okulu'na gitmiş, heceleyerek de olsa kendine yetecek kadar okumayı sökmüştür. Bütün dikkatini toplayarak, öğretmen önünde sınav olurcasına en ciddi haliyle ilanı hecelemeye koyulur. "SAT LIK SÜPER LÜ KÜS DA Yİ RE LEEER. ÇİFT A SAN SÖÖR. KAR TON Pİ YERRR. SI POOOT AY DIN LAT MAAA, HER SAAT SI CAK SUU, TÜM O DA LAAAR LAMİNAT PARR KEEE 180, 215, 235, 370 METRE KAARE(dublekis) TELEFON.............." Epeyce zorlansa da sonunda başarmıştır işte başarmasına ya ter içinde kalmıştır. Okuduklarından bazılarını anlamasa da en çok, her saat "sıcak su" olması ilgisini çekmiştir. "Ne güzel olurdu her daim sıcak su." diye düşünür. "Hanım daha kolay yıkardı bulaşıkları, çamaşırları. Çoluk çocuk üşümeden bir güzel yıkanırdık." Oysa onların iki gözlü evinde her saat buz gibi su akmaktadır. Hatta onun da sürekli akması için geceleri musluklardan biri hafiften açık bırakılır. Yoksa o da akmaz olur, donar. Bir ara midesi guruldar. Acıkma duygusunun iyiden iyiye bedenini sardığını hisseder. Sıcak bir çorbanın hayaliyle tekrar yola koyulur. Arkadan bakınca, çökmüş omuzları, bükülmüş beli, hafiften çıkmış kamburuyla olduğundan daha yaşlı görünmektedir Hasan. Oysa daha dünkü çocuktur. Kaç yüz yaşındaki "Kambur Köprü" sonunda onu da kendine benzetmiştir. Hem yürür, hem de söz verir kendi kendine. Bu okuduklarından ne hanımına söz edecektir, ne çocuklarına, ne de birlikte iş beklediği arkadaşlarına. "Bırak kendileri görsünler" der içinden. Belki bir tek Kambur Köprü'ye söz eder. Her zaman sıkıntılarının, umutlarının ilk ve son durağı odur. Bir tek ona güvenir. Daha önce de defalarca sınamıştır. Her seferinde, sözünü hiç kesmeden, alay etmeden(hafife almayan), ağırbaşlı bir bilge tavrıyla dinlemiştir Hasan'ı. Bugüne kadar paylaştığı sırları kimselere söylemediğinden öylesine emindir ki....
Çalışma Ortamı Sayı 87
SAKALLI CELÂL YAŞADI MI ! İstanbul'dasınız. Ola ki bir gün yolunuz, yabancı yayınlar satan kitapçılardan birine düştü. Lütfen, bundan böyle çevrenize biraz daha dikkatlice bakar mısınız? Uzun kırçıl sakallı, kalabalık bir kuş ailesine yuva olabilecek kıvırcık dağınık saçlı, iri gövdeli, abide duruşlu, hırpani kılıklı, potin bağcıkları çözük, sırtında ıvır zıvır torbası, koltuğunun altında "Le Monde","Le Figaro" gazetesi, elinde Türkçe, Fransızca kitaplar olan bilge görünümlü biriyle karşılaşırsanız, hiç çekinmeden yanına sokulup hatırını sorabilirsiniz. Karşınızdaki görkemli bedenin, gülümseyen yüzün, muzip bakışlı gözlerin sahibi, "SAKALLI CELÂL"den başkası olamaz. Sakallı Celâl adına ilk kez doksanlı yılların başlarında gazetelerden birinde rastlıyorum. Yazar, düzenlediği köşeye yeri geldiğinde özlü sözler de koyar. O günün sözü: >"Bizim ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer ilgisiz!" İmza Sakallı Celâl. Meraklanıyorum. Sorup soruşturuyorum. Adını duyan birkaç kişi var var olmasına da, kimdir, necidir pek bilen yok. Yıllar sonra bir sözüyle daha çıkıyor karşıma. "Türkiye Doğu'ya yol alan büyük bir gemi. Bu geminin içinde Batı'ya koşanlar var. Ve biz de bunu "Batılılaşmak" sayıyoruz..." Bu sözle Sakallı Celâl bir kez daha sarsıyor beni. İyiden iyiye meraklanıyorum. Kimdir bu zekâ bezeli özdeyişlerin yürekli beyni? Derken, bir kitap yetişiyor imdadıma. Sayın Orhan Karaveli, iğneyle kuyu kazarcasına derlediği inanılmaz bilgi, belge ve birinci ağızdan tanıklara dayanararak hazırladığı kitabıyla bizlere, onu hiç tanımayan yeni kuşaklara aktarıyor, yeni araştırmalara, araştırmacılara ışık tutuyor(*). Kimilerine göre, " Geride tek satır bile yazılı yapıt bırakmayan filozof", kimilerine göre ise, "Diyojen'den bu yana Anadolu topraklarının yetiştirdiği en büyük halk bilgesi" dir Sakallı Celâl. Giderek üzeri sis perdesiyle kaplanan büyük düşünür, söz konusu biyografik çalışmayla sanki dünyaya yeniden geliyor. Doğrusu onu kısaca anlatmak, yaşamını, hele de düşünce zenginliğini özetlemek çok zor. Kitabı okuduğunuzda eminim siz de bana hak vereceksiniz. Çünkü, uzaktan yakından tanıyan hemen herkes, farklı bir yanını öne çıkarıyor. Bu farklı özellikler de öylesine uzayıp gidiyor ki. Örneğin "Yalnız" soyadını alacak kadar yalnızlığı sevmesine, özgür bir ruha sahip olmasına karşın hiçbir akşam yemeğinde yalnız değildir. Sevenlerince, hayranlarınca, günler öncesinden davet sıraları belirlenir. Özenle sevdiği yemekler hazırlanır. Gittiği her evin hanımına mutlaka ya çiçek ya da armağanlar sunan bu zarif insan, en zengin konaklardan en mütevazı evlere kadar her yerde baş konuktur. Renkli, heyecanlı, kişiliği, bilinçli, tarafsız duruşu, öğretici, uyarıcı, yönlendirici tavrı, bayağıya kaçmayan, dedikoduya yüz vermeyen karakteriyle o, hep ilgi odağı olmuştur. Böylesine sevilmesine, güvenilmesine, saygı duyulmasına rağmen, hemen her yemekten acelesi varmışçasına ayrılır. Nerede, hangi koşullarda yaşadığını en yakınları dahi bilmez. Tavırları, zifiri karanlığa meydan okuyan devasa bir çoban yıldızını andırmaktadır. Her seferinde, meraklı bakışlar eşliğinde parıldayarak sokağın derinliklerinde kaybolur. Belki de renkli, kalabalık dış dünyasıyla, zengin, "yalnız" iç dünyası arasındaki bu kayboluşlar, yaşamını daha bir gizemli kılmakta, üzerini siyah bir tülle örtmektedir. # Bildiğiniz gibi Sakallı Celâl Galatasaraylıdır. Ve her Galatasaraylı gibi o da pilav günlerini hiç kaçırmaz. Ayrıca, yürüyüş kolunun başında da derbeder, özensiz, pejmürde giysileriyle hep o vardır. Herkesin gözünde bir bayrak, bir simgedir adeta. Okuluna, okuldaşlarına saygınlık katan bir anıttır. Bir araya geldiklerinde, A.Sami Yen, S. Hayri Ürgüplü, E. Ekrem Talû, Cihat Baban, Nihat Erim gibi ağır toplar mutlaka Sakallı Celâl'in çevresinde halkalanır, saygıyla söyleyeceklerine dikkat kesilir. Bu ayinsel ayaküstü sohbetleri her sene aynı coşkuyla yinelenir. # Sakallı Celâl, Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğludur. İstese İstanbul'dan hiç ayrılmaz, kolay yoldan hayatını sürdürebilir. Ama o hep zoru seçmiş, Balkanlar'da ve Anadolu'da bir çok yeri dolaşmış, her türden işte çalışmıştır. Yaşamının hiçbir döneminde paraya, pula değer vermemiş, aksine elindekileri ihtiyacı olanlarla bölüşmüştür. Bu yüzden suçlandığı çok olmuştur. Adıyla bütünleşmesini sağlayan "Sakallı" sözcüğüyle ilk tanışması, Jöntürkler içinde yer alan Cemal Ağbisinin idamdan kurtulduğu an'dır. "Birkaç yaş birden yaşlandım" dediği o olayın ardından hep isyankârı oynayacak, tepki olarak bıraktığı sakalını bir daha hiç kesmeyecektir. Nitekim, hemen her dönemine ait sayısız fotoğraftan sadece birinde sakalsızdır. O görüntüde olmasa herkesi, neredeyse doğuştan(!) sakallı olduğuna inandıracaktır. # Gelelim meslekler resmi geçidine... Tevfik Fikret'in müdürlüğü döneminde Galatasaray Lisesi'nde başlayan öğretmen yardımcılığı serüveni Üsküp, Kastamonu, İzmit ve Ankara Lisesi Müdürlüğü'yle sonlanacaktır. Üsküp'te çocuklara futbol oynattığı, Kastamonu'da din dersi öğretmenleri ile ters düştüğü gerekçesiyle görevden alınmış, Ankara'da ise Milli Eğitim Bakanının, "Bitirme sınavında çocukları fazla sıkmayın!" isteğini,"Burası boyacı küpü değil!" diyerek geri çevirmiş, ardından da çok sevdiği öğretmenlik görevinden istifa etmiştir. Eğiticiliği ise yaşamı boyunca sürmüştür. Vedat Nedim Tör ölümünün ardından yazdığı bir yazıda, onun eğiticiliğini şöyle dile getirmektedir. "Bıraksalardı, Kemalist ruhlu gençlik orduları yetiştirecekti." Daha sonraları birçok işe girip çıktığını görüyoruz. Gemilerde tayfalık, Gülcemal Vapuru'nda makinistlik, Doğu Ekspresinde ateşçilik, Aydın'da incir bahçelerinde amelelik, makinistlik, ustabaşılık vb. Özellikle Aydın'da kendine yarattığı huzur ortamından hiç ayrılmak istemez. Üstelik şans Sabahattin Ali gibi genç bir öğretmenle yollarının kesişmesini, dost olmalarını sağlamıştır. Ancak, öncelikle incir tütsüleme gazları, ardından da geçirdiği küçük iş kazası onu iş göremez durumuna düşürür. Kalması için yapılan tüm ısrarlara rağmen, arkadaşlarının, dostlarının, kardeşlerinin, belki de gizli bir sevdasının özlemi ağır basar. Önce Ankara, ardından da İstanbul'a giderek serüvenine kaldığı yerden devam eder. Yakın dostu Yusuf Ziya Ortaç kaleme aldığı dörtlükle onu, kendi ağzından çok iyi tanımlamaktadır. Ben hangi yolu seçeyim? Hangi mesleğe geçeyim? Dişçi, ateşçi, memur, Bir Sakallı bilmeceyim ! İstanbul'a gelişinden bir süre sonra birikimleri tükenir. Önce, Üsküp'ten öğrencisi olan Kâzım Taşkent'in yardımıyla bir apartmanın teras katında, daha sonra da özel bir eğitim kurumunun misafirhanesinde yaşamını sürdürür. Maddi değerlere pek metelik vermese de özellikle son dönemlerde nasıl geçindiğini açıkçası bilen yoktur. Hatta hesabına yatırılan paraların kuruşuna dahi dokunmadığı da bir gerçektir. Yetmiş altı yıllık ömrü noktaladığında, ölüm nedeni beyin kanaması olarak kayıtlara geçer. Hayranı olan bir bayan öğretmen tarafından yaptırılan mezar taşında ise ona yaraşır şu sözler yer almaktadır. CELÂL YALINIZ 1886-1962 "Bağban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur." (Bahçıvan, bir gülün hatırı için bin dikene katlanır-hizmet eder-.) Oysa o, idealleri uğruna binlerce dikene katlandığı halde, mutsuz bir bahçıvan kahrıyla ömrünü tüketmiştir. # Osmanlının son dönemleriyle, cumhuriyetin ilk kırk yılına tanıklık etmiş bir düşün insanıdır Sakallı Celâl. Sürekli ülkesinin gelişmesi için didinen bir idealisttir. Her zaman yenilikten, bilimsellikten, çağdaşlıktan yanadır. Munistir, huysuzdur,sevecendir, zariftir, saygılıdır, saygındır, ödünsüzdür, isyancıdır, renklidir, serttir, titizdir, dövüşkendir, neşelidir, zindedir, pervasızdır, hoşgörülüdür, tarafsızdır, zekidir. Bunca niteliğin tek bedende, tek ruhta toplanması kolay olmasa gerek. Öyle olmasa, kurum ve kuruluşların en üst noktalarına kadar yükselen insanlar onu evlerinde ağırlama, hatta şeref konuğu yapma yarışına girer miydi? O konuşmaya başladığı an çevresindeki bir çok edebiyatçı, düşünür, bilim, siyaset ve devlet adamı susup saygıyla onu dinler miydi? Ölçüyü kaçıracak kadar dobracı olmasına karşın çevresinde, böylesine sevgi, ilgi ve saygı odağı oluşturabilir miydi? Bu arada açık sözlü ve hazır cevap oluşuna ilişkin bir kaç örnek aktarmanın tam sırası. İlk örnek, mecliste söz almayan milletvekilleri için,"Testinin de ağzı var, konuşuyor mu? Masanın da ayağı var, yürüyor mu?". Kendisini Mikelanj'ın Musa heykeline benzeten Refii Cevat Ulunay'a verdiği yanıtta, "Evet benziyorum, ama sadece heykeline!" Bir diğer örnek ise genç bir bayanın ilgisine karşılık, durumun imkânsızlığını birkaç sözcükle özetleyişidir."Evet ikimiz de baharız. Sen "ilk", ben "son"!" . Ya, "Her istiridyeden inci çıkmaz!" görüşüne ne demeli? Bir insan düşünün ki; tek satır eser bırakmamış, toplantılarında(bir toplantı dışında) not bile tutulmamış, sesi kayda alınmamış, yakından tanıyanların çoğu aramızdan ayrılmış. Unutulup gitmesine gönlü razı olmayan bir yürek, sabırla, kararlılıkla işe girişmiş, iğneyle kuyu kazarcasına, vefa borcunu tek başına ödercesine yaşam öyküsünü kitaplaştırmış? Ya şu fotoğraflar, kaybolmaya yüz tutmuş belgeler, yakınında bulunmuş az sayıdaki insanın anıları, aktarımları, üç beş gazete kesiği, engin düşünce okyanusundan günümüze ulaşabilen birkaç damla düşünce kristali derlenip toplanamasaydı? Tarihin karanlıklarında yok olup gitseydi? Düşünmek bile ürkütücü. Belgeler, fotoğraflar, tanıklıklar, eşsiz düşünceler hepsi tamam da, yine de bu günlerden o günlere bir soru göndermeden edemiyor insan. Sahi, bu güzelim Anadolu topraklarında, Sakallı Celâl adında bir bilge, bir ulu çınar gerçekten yaşamış mı acaba?! # İstanbul'da yaşayanlar, özellikle Beyoğlu'na, Galatasaray Lisesi civarına yolu düşenler, bundan böyle çevrenize daha dikkatlice bakın lütfen. İri yapılı, saçı sakalı birbirine karışmış, abide duruşlu, hırpani kılıklı, potin bağcıkları çözük, omzunda eski bir çanta, koltuğunun altında "Le Monde" ,"Le Figaro gazetesi, elinde Türkçe, Fransızca kitaplar olan bilge tavırlı, muzip bakışlı birini görürseniz, hiç kuşkunuz olmasın ki o "Sakallı Celâl'den başkası değildir. Yalnız size bir önerim olacak. Sakın ola ki sayın Karaveli'nin yıllar önce yaptığı gibi; "Kimi arıyordunuz üstad? Bulmanıza yardımcı olabilir miyim?" diye sormayın. Alacağınız yanıt çok açıktır. "Sen keyfine bak evlât! Çünkü ben kendimi arıyorum, kendimi!" Biz de sizi çok arıyoruz üstat. Belki içinden sakallı bir "inci" çıkar umuduyla, her gördüğümüz istiridyeyi açmayı inatla ve sabırla sürdürüyoruz. 15.Şubat.2006 (*) Orhan Karaveli ; Sakallı Celâl, Bir "Bilinmeyen Ünlü"nün Yaşam Öyküsü.
"KASTAMONULU DEĞİLİZ AMA..."
Tek tek kutulanmış çekme helvaları gördüğümde, "Bunlardan ne de güzel nikâh şekeri olur" diye içimden geçiriyorum. Daha sonra duyuyorum ki, az da olsa bu düşünceyi hayata geçirenler olmuş. Kastamonu'ya ilk geldiğim günlerde içimden geçirdiğim bu düş geçen hafta sonu, 23.temmuz.2006 da gerçekleşiyor. Fabrikadan aldığımız çekme helva kutuları, apartmandaki komşuların imece desteğiyle tüllere sarılıyor, nazar boncuklu kırmızı kurdelelerle bağlanarak şık nikah şekerlerine dönüştürülüyor. İstanbul'da kıyılan nikah sonrası, ikramı alan konuklardan birisi peş peşe iki çekme helvayı mideye indirişin ardından, çekingen adımlarla yanıma sokularak kulağıma fısıldıyor. "Siz Kastamonulu musunuz?" Biraz da telaşın ve zaman darlığının etkisiyle konuyu özetleyiveriyorum. "Kastamonulu değiliz ama..." # Bizde adettir. Kız ya da erkek tarafı, düğün konvoyundaki arabalara havlu, yemeni, peşkir gibi şeyler bağlar. Hiç, "Taa İstanbul'lara yemeni, havlu mu gidermiş" diye düşünüyoruz eşimle. Farklı olmalı aldıklarımız diyoruz, götürdüğümüze değmeli. Bir iki araştırma, soruşturmadan sonra kararımızı veriyoruz. En iyisi ahşap baskılı özgün örtülerden almalı. Ortasında da "Kastamonu Hatırası" yazmalı. Düğün konvoyundaki arabalar bu örtüler bağlanırken, araç sahiplerinden birisi örtüyü dikkatle inceledikten sonra, kararsız adımlarla yanıma sokularak kulağıma fısıldıyor. "Siz Kastamonulu musunuz? Biraz duraksamanın ardından merakını gidermeye çalışıyorum. "Kastamonulu değiliz ama..."# Bir iki gece konaklayacağımız "Asım ve Nurhan Akbıyık Öğretmen Evi"nin girişindeyiz. Eğitime ve eğiticilere büyük önem veren bu saygıdeğer çiftin öğretmenlere armağanı olan şirin yapıyı hayranlıkla inceliyoruz.. Deniz kıyısında harika bir manzara bizi selamlıyor. Girişte otururken, biraz önce yöneticilere sunduğumuz çekme helvayı, bir görevlinin öğretmen evi çalışanlarına dağıttığını görmekten mutlu oluyoruz. Kısa bir bekleyişin ardından resepsiyondaki bayan sesleniyor. Danışmada giriş işlemleri yapılırken Kastamonu'dan getirdiğimiz broşürler gözüme ilişiyor. Görevli bayan işlemlerimizi tamamladıktan sonra, yüzünü bizden yana çevirerek utangaç bir ses tonuyla soruyor. "Siz Kastamonulu musunuz?" Kısa bir suskunluğun ardından, defalarca verdiğimiz yanıtı yineliyoruz. "Kastamonulu değiliz ama...." Oysa, şu masum üç noktanın yerine, dolu dolu üç yıl geçirdiğim şehirle, özellikle de insanlarıyla, edindiğim dostlarla, dostluklarla ilgili neler yazılmazdı ki. İzninizle, şimdilik bu sır ben de, üç nokta da yerinde kalsın. Bırakın, yaşananların büyüsü bozulmasın, anılar içimde mayalansın. # Tatlı telaşın, tarifsiz heyecanın, mutlu yorgunluğun ardından tekrar Kastamonu'nun yolunu tutuyoruz. Şehre indiğimiz gün öğleye doğru, dostlarımızdan birinin sabah kahvesinde elimize tutuşturuverdiği "Kastamonu" gazetesini yutarcasına okuyorum." Gazetemiz yazarlarından Erdoğan - Oya Bozbay çiftinin oğulları Ozan Bozbay ile Ruziye - Yılmaz Bakmaz çiftinin kızları Hayriye Bakmaz dün İstanbul'da..." Haberin devamını getiremiyorum. İtiraf etmeliyim ki, şu bunaltıcı yaz günü, hiçbir içecek içimi böylesine serinletemezdi. Yüreğimde kabaran bulutun hiç zaman yitirmeden, yağmur damlası olarak gözlerimde yoğunlaştığını hissediyorum. Eşime dönüp, mutlu, gülümseyen, yorgunluktan eser kalmamış bir sesle usulca kulağına fısıldıyorum. "Oya, galiba biz Kastamonulu olmuşuz!" Kastamonu Gazetesi
Teşekkür Kastamonu'da kaldığım sürece gösterdikleri yakınlığı asla unutamayacağım Zehra-Sabahattin Öner'e, anlatımlara renk, anlam ve görsel zenginlik katan Fahri Özbek'e, kendine özgü rehberliğinin yanı sıra şehrin gizemli yanlarıyla bizleri tanıştıran Ferda Karakaş'a, yazılarımı Kastamonu Gazetesi'nde yayınlayarak, daha geniş kitlelerle buluşmamı sağlayan ve beni yazı ailesinden kabul etme inceliğini gösteren Sevim, Melih, Cemil Özel'e, şehri daha bir ete, kana, cana büründüren, sevilir, sempatik hale dönüştüren isimli, isimsiz sayısız yöre insanına, görsel malzemenin metinlere aktarılmasında yardımını esirgemeyen Kemal Çotuk'a en içten teşekkürlerimi sunarım. Erdoğan BOZBAY Ankara / Ocak 2007
Melih ÖZEL, Fahri ÖZBEK,Murat KARASALİHOĞLU'nun Objektifinden KASTAMONU'nun RENKLERİ
|