UZAK ÜLKE - http://uzakulke.fisek.com.tr












İ Ç İ N D E K İ L E R


Merhaba Pehlivanlar Sokağı

Quasimodo Dayı

Güvercinim Uyur mu?

Masum Gözdeki Yaş

Altı Cam Bilye

Düşlerde Yaşayan

Postadan Çıkan Radyo

Dönme Ayşe Teyze

Sarı Beşlik

Kanatsız İkarus

Üç Film Birden

Ayrılık Yarı Ölmekmiş

2008

ÖNSÖZ

1945 yılında Gordion'a çok yakın bir köyde doğmuşum. Sakarya Irmağı kıyısındaki köy serüvenimiz pek fazla sürmemiş. Ardından Eskişehir giriyor dünyama. İyi ki giriyor. Dünyayı tanımaya, çevremi algılamaya başladığım yer olarak kendimi Eskişehirli sayarım. Bunun etkileri yazılarıma fazlasıyla yansımıştır. İlk sokağımın, ilk evimin, ilk komşularımın, ilk okulumun, ilk öğretmenimin, ilk bayramlarımın, ilk filmlerimin ben de bıraktığı tatlar hala farklılığını korumaktadır. Hiçbir şekilde yerlerinin başkalarınca doldurulabileceğini düşünemiyorum

Sonra, son çocukluğuma, ilk gençliğime damgasını vuran Kütahya'lı yıllar başlar. Sokakları, evleri, insanları özellikle türküleriyle bu kent unutul(a)mazlaşır benim için. Babamı emanet bıraktığım musalla mezarlığıyla ölümsüzleşir. Hamurumu şekillendiren bazı öğretmenlerimle anıtlaşır, arkadaşlarımla, dostlarımla eteğe kemiğe bürünür.

Yüksek öğrenime geldiğim yıllarda tanıştım Ankara'yla. Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü'nde yerbilimci olarak çalıştığım yaklaşık çeyrek asırlık dönemde, Anadolu'nun birçok yerini görme şansını yakalasam da merkezde hep Ankara olmuştur. Bu süre içinde daha iyi anladık birbirimizi, daha çok sevdik, özledik, giderek ayrılmaz ikili olduk. Özellikle emeklilik sonrası, yaşamımı daha bir güzelleştiren, düşünce hayatımı zenginleştiren, bana yeni dostlar dostluklar armağan eden başkent Ankara'ya çok şey borçluyum. Sizlerle buluşmamı sağlayan şu ortam bile kazanımlardan yalnızca biridir.

Neden yazdığımı ara sıra kendime sormuyor değilim. İster, geçmişle bağlantılı anı, anlatı, öykü, denemeler, yangından yada felaketten kurtarılan önemli yaşanmışlık belgeleri olarak adlandırılsın, ister, eski ayak izlerinin peşine düşme, onları belirginleştirme çabası diye tanımlansın, isterse kitap okurken, bize çok önemli yada ilginç gelen yerlerin altlarının kırmızı kalemle çizilmesi biçiminde algılansın, sonuç değişmez. Kalkış noktamız ne olursa olsun yazmak, geçmişimizle cesurca yüzleşme, kendimizi yüreklice ifade etme yollarından sadece biridir bence. Sözün yetersiz kaldığı yerde devreye sözcüklerin girmesidir. Yazının içinde taşıdığı gizli yanlardan birisi belki de en önemlisi, geçmişimize duyduğumuz saygının, belleğimizde derin izler bırakan, değerini çok sonraları fark ettiğimiz kişilere duyulan vefa borcunun geç de olsa ödenme biçimidir. Yazıların türüne gelince. Biraz anı, biraz anlatı, biraz öykü, belki hepsi, belki de hiçbiri. Yoksa birer düş mü? Ben işin içinden çıkamadım. Adını siz koyun.

Umarım Haldun Taner'in düşüncelerini yeterince uygulayabilmiş, sizleri fazla sıkmadan yazdıklarımı sonuna kadar okuma sabrınızı taşırmamışımdır. Şöyle der üstat; "Biz, çok sözcükle az şey anlatan bir milletiz." Yazarken bu uyarıyı hep anımsadığımı belirtmeliyim. Yaşadıklarımla- belki de düşlerimle- sizleri tanıştırmaktır amacım. O günleri bir kez de birlikte yaşamak, zaman zaman düşünmek, zaman zaman hüzünlenmektir. Her şeyden önemlisi sizleri de özendirmek, içinizdeki yazma dürtüsünü uyandırmaktır. Unutmayalım ki, yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz, duyduğumuz her olayın, gördüğümüz her nesnenin, düşündüğümüz her şeyin yazmaya değer bir öyküsü mutlaka vardır. Onu okunur kılan, ne anlattığımız değil nasıl anlattığımızdır.

Erdoğan BOZBAY ocak 2006



Not:Öykülerin tümü ÇALIŞMA ORTAMI DERGİSİ'nde yayınlanmıştır.


sıradan yaşayan,
asla sıradanlaşmayan
o güzel insanlara saygıyla...




merhaba pehlivanlar sokağı

Aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyorum. Uzun süredir görüşmediğimiz kesin. Karşısına geçmiş, dalgın, yorgun, bir o kadar özlem dolu bakışlarla, Sarısu'ya doğru akıp giden servi boylu sokağımı hayranlıkla izliyorum. Ellerimi nereye koyacağıma bir türlü karar veremiyorum. Yana mı sarkıtsam, önümde mi bağlasam, yada sarılmak için iki yana mı açsam! Devinimlerim, kutsal bir ayin öncesini çağrıştırıyor. Bakışlarım yeniden, badanasının gerçek rengi çoktan unutulmuş yaşlı duvara, oradan da duvardaki yorgun levhaya takılıyor. Mavi deniz üstündeki beyaz köpükten harfleri, okumayı yeni sökmüşçesine, susuzluğumu giderircesine döne döne okuyorum. "Pehlivanlar Sokağı". Adını nereden aldığını bilmiyorum. Ama ne zaman isim konusu kafama takılsa, "İnsanlar istila etmeden, yani mesken tutmadan önce buralar çayırlıktı herhalde" diye düşünmüşümdür. Bu çayırlıkta da ne güreşler tutulmuştur kim bilir? Olamaz mı yani!

Pek fazla değişmese de o zamanlar, sokağın her iki yanında çoğunlukla tek katlı evler diziliydi. Gecekondu kökenli bu yapıcıklar, genellikle beyaz, sarı ya da çivit mavisi badanalarıyla dıştan hayli bakımlı görünürlerdi. Hele bahçeleri. Esas onları görmeliydiniz. Şimdilerde nasıldır bilmiyorum ama eskiden, her avluda mutlaka bir tulumba yada kuyu bulunur, onun da etrafını renk renk çiçekler çevrelerdi.

Öğünmek gibi olmasın, Eskişehir'in en uzun sokaklarından biriydi bizim sokak. Ama boyunun uzunluğu asfalt bir yana, uzun süre kaldırım taşlarıyla bile tanışmasına yetmemişti. Özellikle her yağmurdan sonra korkulu rüyaya dönüşen çamuru yetmezmiş gibi bir de tespih tanesi dizilimli gölcüklerine, yedi mahallenin ördeklerini buyur etmesine sinir olurdum. Belki de sokağımın bakımsız köy manzarası görünümü gururuma dokunurdu. Yazları ise, jet gürültülerini dahi unutturan ipek yolu sıcakları insanı böcek gibi ezerdi. Yine de ondan asla vazgeçemeyeceğimi çok iyi bilirdim. Çünkü anımsayabildiğim en eski, en naftalinli anılarımı, işte bu sokakta yaşamıştım.

Öyle köşe başında durup dıştan bakmakla olmayacak bu iş. Cesaretimi toplayıp, çekingen bir iki adımın ardından, içerlere doğru yürümeye karar veriyorum. Tabii, şimdilerde ne o çamurdan eser kalmış, ne de toz bulutundan esintiler. Ayakkabılarımı kaymak gibi bir asfalt karşılıyor. Birkaç evin önünden dudaklarımda hafiften bir ıslık, umursamaz tavırlarla geçiyorum. Ama o da ne! İşte eski tanıdıklardan biri bana göz kırpıyor. Onu hatırlamakta hiç zorlanmıyorum Ya o beni anımsar mı acaba? Hiç sanmıyorum. Bir zamanlar orada kahve olduğuna adım gibi eminim. Adını da sokaktan alan "Pehlivanlar Kahvesi"ydi orası. Nasıl unuturum. Laf aramızda, erkekliğe zorla adım attırıldığım o kahvenin acımtırak bir hüznü vardır bende.

Amcamlara misafirliğe gittiğimiz günlerden biriydi. Baktım, kahvede şenlik var. Gırnata, dümbelek, hele de kör Alinin kemanından yayılan yanık ses, beni mıknatıs gibi kendine çekmeye yetiyor. Meğer kahvecinin oğullarının sünnet düğününün içine düşmüşüm. Şansa bakın. Tahmin edersiniz ki bu türden eğlenceler biz çocuklar için kaçırılmaz fırsatlardandır. Yiyecek içeceğin pek esirgenmediği böylesine özel günlerde çocukluk, daha bir keyiflidir. O güne kadar ben de öyle bilirdim. Ama hiç de öyle olmadığını çok geçmeden anladım. Sevgili amcam, onca kalabalığın arasında, o karmaşanın içinde beni nasıl görmüş, ne zaman çaktırmadan yanıma kadar sokulmuş, beni kartal gibi kapıvermiş,hala anlamış değilim. Göz açıp kapayıncaya kadar elim kolum bağlanmış, amcamın kucağında, sünnetçinin karşısında operasyona hazır buluyorum kendimi. Çok geçmeden anlıyorum ki tüm direnişim, bağırma, çağırma, ağlamam boşuna. Çaresiz kurbanlık misali kendimi sünnetçiye teslim ediyorum. Sonunda olanlar oluyor. Cılız feryadım kahvenin duvarlarında yankılanıyor bir süre, annemlere bile ulaşamadan, bumerang gibi yine bana dönüyor. Umarsız duygular, gittikçe artan sızılar içinde yatağa uzatılıyorum. Biraz sonra sünnet haberimi aldıklarında evdekilerin nasıl şaşıracaklarını, şaşkınlıktan da öte amcama nasıl kızacaklarını tahmin edebiliyorum. Ama neye yarar ki. Koskoca adamın yiyeceği azarlar bile içimdeki yangını söndüremiyor. Neyse geçelim bu acımtırak sızılı günü. Yoksa, tahta tozuyla kurutmaya çalıştığımız sünnet yarasını da uzun uzun anlatmalı mıydım?

Biraz daha ilerliyorum. Heyecanım giderek artıyor. Attığım her adımla, soluduğum her nefesle birlikte sokağın içlerine doğru sürüklendiğimi, eskiden oturduğumuz yerlere yaklaştığımı hissediyorum. Yine yolun solunda, sevimli, küçük mahalle bakkalımızı görür gibi oluyorum. Neneme hemen her gün "Gripin" almaya geldiğim bakkal işte şuralarda olmalıydı. Ahşapları mavi boyalı, Hasan Amcanın o şirin dükkanından eser yok, yerinde yeller esiyor. İçim eski bir dostu yitirmişçesine burkuluyor. O zamanlar tek kredi kartı veresiye defteriydi. Tüm aile bireyleri işte bu defterle alış veriş yapar, borcun tümü kapatılamasa da bir kısmı ay başlarında babalar tarafından mutlaka ödenirdi. Böylece gelecek ayın alışverişi de garantiye alınmış olurdu. Hasan Amca, annemin masum yalanlarının da sırdaşıydı aynı zamanda. Belki onun da işine gelirdi bu yalanlar. Bazen kırmızı renkli, cevizli yaz helvası yazdırıp da, yerine kanaviçe yumağı alırdık. Helvayı çok sevdiğimi bilen babam hiç sesini çıkarmazdı bu türden harcamaya. Yalanımın rengini bilemem ama anımsadıkça benim yüzüm hala kızarır. Yüzümü kızartan bir olay daha var ki, onu da sizlere mutlaka anlatmalıyım.

O zamanlar bazı bakkallar gaz yağı bayiliği de yapardı. Büyük galvaniz bidonların içindeki gazyağı basit bir sifon yardımıyla tenekelere doldurulur, oradan da müşterilere satış yapılırdı. İşte o teneke doldurum işleminde, övünmek gibi olmasın, Hasan Amcanın en güvendiği gözetleyici bendim. Bu hayati görev sonrası verilen küçük bir çikolata, bir kaç şeker de işin tatlı yanıydı. Bir gün, yine böylesine dikkat isteyen gözlemciliğim sırasında yerimde gözü olan birkaç çocuk, beni lafa tutup dikkatimi dağıttılar. Bir süre sonra bağırış çağırışlar arasında bir de ne göreyim, varildeki gaz yağı derecik olmaya özenmiş, Sarısu'ya doğru doludizgin akıyor. Oradan da niyeti Porsuk, Sakarya, hatta Karadeniz'e uzanmak! Durumu fark eden sokak sakinleri anında orada bitivermiş. Şişesini, leğenini kapan gelmiş, gaz dolduruyor. Bendeki renk ise en koyusundan vişne çürüğü. Hasan Amcadan en ufak bir azar işitmemek beni kahrediyor. Bağırsa çağırsa rahatlayacağım. O tatsız günü,ödülümü kurban vererek geçiştiriyorum. Gözlemciliğime ne mi oldu? Yoo, tahmin ettiğiniz gibi değil, hiçbir şey olmamışçasına, biz Eskişehir'den ayrılana kadar sürüyor. Hasan Amcanın güvenini yitirmemek beni öylesine mutlu ediyor ki. Hey gidi Hasan Amca, şimdi neredesin, nerelerdesin, kim bilir?

Kokuyu duydunuz mu?. İşte kokunun hası diye ben buna derim. Düşü bile güzel. Hasan Amcanın dükkanıyla fırın arasında iki üç ev vardı. Odun ateşinde pişen mis gibi ev ekmeklerinin ardından, tele dizilmiş pancarlar, tepsi içinde ayvalar atılırdı fırına, büyük kaplarda kestaneler kaynatılırdı. İşte o nefis kokular, beni şaşırtmak için, sanki daha dün yaşanmışçasına hala burnumun bir yerlerinde hınzırca gizlenir durur.

İşte o harika tatların, enfes kokuların kaynağı köşedeki fırından birkaç yüz metre ilerde, meydana bakan alçarak evlerden birinde, babaannemin sevgili kardeşi otururdu. Hani şu tava burnunda büyümüş, altmışaltı ustası Adem Dayı...

--başa dön--


quasimodo dayı


Babaanneli yıllar...

Babaannem ne zaman eskilere yolculuk yapmaya niyetlense, rotanın nereye çevrileceğini anında kavrardık. Ya yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği Romanya'ya doğru uzanırdık hep birlikte ya da çok sevdiği erkek kardeşini ziyarete giderdik. Babaannemin anlattıkları, ezberden okunan bir destan tadındaydı sanki. Özenle seçtiği sözcüklerle sahnelediği o sımsıcak gösterileri her defasında hiç sıkılmadan zevkle izlerdik.

Anlattığı kadarıyla, Balkanlardan Anadolu'ya göç etmeleriyle birlikte şanssızlıklar da bir türlü yakalarını bırakmamış. Önce, genç adayı oğlunu sıtmada yitirmiş, ardından da diğer iki oğlu aynı anda askere gitmek zorunda kalmış. İkinci Dünya Savaşı kapıya gelmiş dayanmış. Ülkede yokluk diz boyu, yoksulluk kol geziyor. Dedem mi? "Bir dönüm bostan, yan gel Osman" ekolünden. Üstelik, haşna fişnede üstüne yok. Gerçekler yüzüne vurulduğunda ise bir yerleri kırmaya kadar varan dayaklar ve ağır hakaretler de işin cabası. Tüm bu olumsuzluklar yetmiyormuş gibi belki kızı da olmadığı için bir evlat gibi benimseyip bağrına bastığı geliniyle, yani annemle birlikte yaşama direnme çabaları; açlıktan ölmemek için yiyecek bulabilme tasası, onuru bir yana bırakıp hatırlı komşulardan öteberi istemenin utancı da eklenince varın babaannemin yükünü siz hesaplayın.

Oysa O, namı yedi köye yayılan "Kuzgunoğulları' nın büyük kızı, varlık içinde geçen çocukluk ve gençlik yıllarına sığdırdığı sayısız anıyı o günlerin tazeliğiyle saklayabilen kumral Fatme'si. O, Romen komşularıyla saygı, sevgi ve güven üzerine oturtulan dostlukları yaşamış, kapıların kilitlenmesi bir yana, sadece hayvanların girmemesi için çivilere dolanıveren iplerin güvenini tatmış, silah, bıçak baltaya yabancı gavurlarla(!) büyümüş, kavga, dövüş, adam yaralama, kız kaçırma, hırsızlıkla tanışmayan yumuşacık ilişkilerle yoğrulmuş, alabildiğine uzanan otlakların, ormanların kokusunu doyasıya solumuş, köpek saldırılarına karşı atacak taş bile bulunamayan verimli toprakların Fatme'si, çiçek bozuğu yüzlü babaannem. "Ah Urmanya" diye söze başladığı an, daha önceden bildiğimiz, tekrar tekrar gezdiğimiz yerler yıpranmış bir film şeridi gibi gözümüzün önünden hızla geçmeye başlardı. Hoş, anlattığı olayların üzerinden geçen onca zaman neleri de beraberinde alıp götürmüştü kim bilir? O günlerden geriye neler, kimler kalmıştı? Tekrar gidebilme olanağı olsaydı acaba aradığı şeylerden kaçını yerinde bulabilecekti? Belki de sevdiği birçok dostu, arkadaşı, kardeşliği, komşusu, başka yerlere göçmek zorunda bırakılmış, savaşta ya da eceliyle yaşamını yitirmiş olabilirdi. Teknoloji canavarının, bitmez tükenmez iştahıyla oralardaki güzellikleri de midesine indirmediği ne malumdu. Uçsuz bucaksız otlakların betona yenik düşmediğini kim garanti edebilirdi? Ama sevgili babaannem bütün bunları nereden bilecek, dünyadaki tüm değerlerin bu kadar kısa sürede ters yüz edilebileceğini kimden duyabilecek, kimlerden öğrenebilecekti ki... Bizler ise tatlı düşlerinden uyanmaması, sonbaharını daha güzel, daha huzurlu geçirebilmesi için ağzımızı açmaz, bir mumya gibi sessiz, pür dikkat onu dinlerdik.

"Ah Urmanya" nın yerli versiyonu ise en küçük kardeşi Adem Dayı'ydı. Ne zaman konu terk etmek zorunda kaldıkları topraklara gelse, demin anlatıların peşine mutlaka "Adem Dayı" da takılırdı. "Ah, bizim Adem çok nazlıydı çok. En küçüğümüzdü o. Bütün gözler onun üzerindeydi. Bir dediği iki edilmez, hep sevdiği yemekler yapılırdı. Tava burnunda büyüdü Ademim." Bu ve benzeri aktarımlar, bize komşu illerden birinde yaşamını sürdürmekte olan dayıya karşı ilgimi daha bir arttırır, fırsat buldukça ziyaretine giderdim.

Aklımın ermeye başladığı çağlarda Adem Dayı; yıllarca beden emekçisi olarak çalıştığı kiremit fabrikasından yeni emekli olmuştu. Yıllar, ortaya yakın olan boyunu eğerek daha bir kısaltmış, uzayan yüzü kulaklarının iriliğini daha bir öne çıkarmıştı. İyiden iyiye yerini benimsemiş sisli deniz mavisi gözleri, yüzünde derin çizgiler oluşturan dalgaların sözcüsü gibiydi sanki. Yaz kış çıkarmadığı şapkası ise dökülen sarıya çalan kumral renkli saçlarının tek sırdaşıydı.

Her görüşme sonrası beni Dayıya daha çok bağlayan, ona daha çok saygı duymamı sağlayan acaba neydi? Babaannemin hayatta kalan son yakını oluşu muydu esas neden? Yoksa, her ikimizin de babaanne sevgisinde ve özleminde buluşması mıydı? İş yaşamında onca ezilmesi yetmiyormuş kendisine yapılan saldırılara, alaycı tavırlara karşı onu koruma içgüdüsü de bağlayıcılar arasında sayılabilir miydi acaba? Doğuştan yürüme engelli oğlu dışında, hemen her sözü ti'ye alınan, gelininin, torunlarının, özellikle de eşinin dilinde oyuncağa dönüşen dayı, evden kurtuluşu, öteden beri çok sevdiği kahvehanelere sığınmakta bulmuştu. Başta altmış altı olmak üzere iskambil oyunlarını çok iyi bildiği söylenirdi. Nitekim, bir gün torununun kağıt oynama isteğini nazlanarak da olsa kabul edişine tanık olmuştum. Oyunun kızıştığı bir sırada torunu dedesini yenemeyeceğini anlayınca hile yapmaya kalkışmış, bir iki uyarının ardından Dayı da kağıt çalmaların sonunun gelmeyeceğini anlayınca, "Oyunu kuralına göre oyna "diyerek dersine son noktayı koymuş, kağıtları fırlattığı gibi kahvenin yolunu tutmuştu.

Ardından öylece bakakalmıştım. Tava burnunda büyüyen, kaç gözün özenle üstüne titrediği o prensten geriye, Quadsimodo'nunki kadar olmasa da ölünceye değin sırtında taşımak zorunda kaldığı iri yumrusuyla şu adam mı kalmıştı? Yürürken gökyüzüyle küsüşmüşler izlenimi veren, iş kazası anısıyla, kamburuyla birlikte yaşamaya hükümlü bir adam, onuru elden bırakmamış bir insan. Köşeyi dönünceye değin gözlerimi ayıramadığım Dayımın ardından, şu soruyu kendime sormadan edemedim. "Acaba yaşam, herkesi yeterince ciddiye alıyor muydu, oyunu her zaman kuralına göre oynuyor muydu?" İtiraf etmeliyim ki, yıllardır düşündüğüm, sürekli kafa yorduğum halde, yanıtını hala bulabilmiş değilim.

13.temmuz.1999

--başa dön--



Desen : Ayşen Özaras
Birden gözlerimi gökyüzünün uçsuz bucaksız maviliğine çeviriyorum. Tam kendi kendime, "Neden?" derken onları fark ediyorum. Sayısız güvercin, üstümde kanat çırpıyor. Süt beyaz, alacalı, kınalı, paçalı, tepeli... Öylesine alçaktan uçuyorlar ki, kanatlarının esintisini tenimde hissediyorum. Yoksa bana "hoş geldin" selamı mı gönderiyorlar? Belki inanmayacaksınız, ama ben de size, yıllar önce tanık olduğum kanlı bir günü, bir güvercin soykırımını anlatmaya hazırlanıyordum. Belki de şu gördüklerim, o gün canını kurtaranların torunlarıdır.

güvercinim uyur mu?(*)

Sağ tarafta gördüğünüz, kireç badanalı yapı, hem bahçe duvarı görevini üstlenmiş, hem de bizim uzun süre kiracı olarak oturduğumuz tek odalı evlerin ana duvarıdır. Dizi dizi küçük pencerelerin her biri ise, odaların dünyaya açılan küçümencik gözleridir. Bahçeye, birisi at arabalarının geçebileceği genişlikte olmak üzere, üç ayrı kapıdan girilebilir. İsterseniz biz en baştakinden içeriye süzülelim. Anımsatmamda yarar var; çok hassas yaratıklar oldukları için, ne kadar dikkat etsek de, sokak kapısını usulcacık açsak da bizi, öncelikle güvercin seslerinin karşılayacağından eminim. Ürkenler, dem çekenler, eşine kur yapanlar, huysuzlananlar, yavrusuna çekişenler, canı sıkılanlar, ben buradayım diyenler...


Kuşlar gitti, gözlerde hüzün kaldı

Bir çoğunu ötüşünden tanıdığım güvercinler ev sahibimizin oğullarınındı. Hemen girişte onlara, beş yıldızlı otel konforunda, çok güzel bir güvercinlik yapmışlardı. İçerisi, her aileye bir bölme düşecek şekilde biçimlenmiş, mahremiyetlerine özen gösterilmiş, yumurtlamaları için folluklar düzenlenmiş, kuluçka dönemlerinin rahat geçmesi için her türlü ayrıntı düşünülmüştü. Yemleri, suları zamanında verilir, günde bir iki kez havalandırmaya çıkarılır, biraz volta atmalarına, kanat çırpmalarına izin verilirdi. Uçuşlarda, izleyenleri fazlasıyla tedirgin eden iki tehlikeden de söz etmeliyim. Birisi atmacalar, diğeri ise komşu güvercinler tarafından ayartılıp, başka güvercinliklere vizesiz ilticalar. İkincisi neyse de birincinin hiç çaresi yoktu. Nereden, ne zaman çıkacağı belli olmayan bir atmaca aniden gökyüzünde belirir, kıvrak bir hareketle, kümese dönüş yolu en uzun olanlardan birini kaptığı gibi, çığırta çığırta alır götürürdü. Bize de, içimiz cızz ede ede güvercinin çaresiz çırpınışını seyretmek düşerdi

Şöyle bir düşünüyorum da ne güzel yaratıklardı şu güvercinler. Kolay değil, evcilleşen ilk kanatlıydı onlar, insanların en güvendiği ulaktılar, sırdaştılar, dosttular. Renklerine, huylarına uygun ne de güzel adlar verilirdi onlara. Akkuyruk, karbeyaz, kınalı, tepeli, paçalı, demci, karakız, taklacı. Her güvercinliğin bir de lideri olur, başka güvercinleri ayartma oyununda, en önemli görev ona verilirdi. Gelelim güvercin uçurmaya... Kümesten elinize aldığınız eşsiz güzelliği, tepkili uçak gibi havaya fırlatmak hüner isterdi doğrusu. Elinizin ayasına dik gelecek biçimde tuttuğunuz güvercinin ayakları, orta parmakla yüzük parmağınızın arasında olmalıydı. Füze rampasına itinayla yerleştirdiğiniz güvercininizin önce başını, yeşil, mavi pembeli boynunu öper, ardından da, sanki anlayacakmış gibi kuş diliyle, "haydi yavrum, göreyim seni" der, havaya doğru fırlatırdınız. Nasıl da yayından kurtulmuş ok gibi fırlardı elinizden, bir süre havada asılı kalır, sizden uzaklaştıkça kanat sesleri cılızlaşır, giderek duyulmaz olurdu. Ardından öylece bakar kalırdınız. Merakla, özlemle, kuşkuyla. Acaba geri dönebilecek miydi?

Bu törenler sık sık tekrarlanırken, bir üçüncü tehlikenin daha gelmekte olduğunu hissetmeye başlamıştım. O da güvercin besleyenlerin babası, benim de dede dediğim Bacak Osman'dan başkası değildi. Kısa boylu, kırçıl sakallı, güleç yüzlü, dede gibi bir adem işte. Ama çocuklarına ve nene dediğim nikahsız bilmem kaçıncı eşine, kim bilir nasıl da sert davranıyor olmalı ki, ondan fazlasıyla çekinir, adını ya da sesini duyduklarında, kaçacak delik arardılar.

Zaman zaman, oğullarının tembelliğine kızdığına, yüksek perdeden söylendiğine ben de tanık olur, geleceğini sezinlediğim günler gözüne girebilmek için ortalığı süpürmeye, el arabasıyla bir şeyler yapıyor görünmeye çabalardım. Gördüğünde, kocamanından bir aferin, küçüğünden bir beşlikle de yağcılığımın karşılığını görürdüm.

Oğullarının sık sık okul asışları, sürekli kuş peşinde koşuşları, bir baltaya sap olamayışları iyiden iyiye canına tak etmiş olmalı ki, bir gün dedemin, hışımla bahçeye daldığını gördüm. Onu böylesine gözleri dönmüş halde hiç görmemiştim. Yürümeyle yuvarlanma karışımı garip hareketlerle güvercinliğe doğru yöneldiği an, vahim durumu kavramakta gecikmedim. Tek korkum, dedem kümesteki güvercinlerin hepsini kovacak, küstükleri için onlar da bir daha geriye dönmeyeceklerdi. Güvercinliğin kapısı sert darbelere fazla direnemedi. Bacak Osman dedem de ufak tefek olduğu için, güvercinliğe girmekte hiç zorlanmadı. O arada bir kaç kuş neye uğradıklarını anlayamadan canlarını dışarıya zor atmıştı. Vücutlarından kopan birkaç parça tüy de havada bir süre asılı kalmıştı. Bense, elim ayağım birbirine dolanmış, olanları büyümüş gözler, titreyen ellerle şaşkın bir kameraman gibi filme çekiyordum. İçeriden fırlatılan ilk güvercinle birlikte vizörüm kızıla boyanıvermişti. Fırlatılan başsız güvercin Akkuyruk'tu ve bahçenin ortasında zıplayıp duruyordu. Sonra bir ikincisi, üçüncüsü, üçüncüsü, üçüncüsü. Aman Allahım neler oluyordu. Aralarında minik yavrular, kırılmış yumurtalar da vardı. Demek benim şirin sakallı, güleç yüzlü, aferin ve beşlik cömerdi dedem tam bir cellattı, hem de güvercin celladı. O günden sonra ne güvercinlik kaldı, ne de paçalılar, tepeliler, akkuyruklar... Canını kurtarabilenler ise başka kümeslere verildi. Katliamın ardından, bahçe tam bir sessizliğe büründü, üstüne çöken hüzün bulutlarını da bir daha asla dağıtamadı.

O kanlı günün, o soykırımın etkisinden uzun süre kurtulamadım. Değil elime güvercin almak, göz göze bile gelemedim bir daha. Hep uzak durdum onlara, gördüğüm yerde de kaçtım. Onlara olan sevgiyi içimde besledim, büyüttüm, üzerini ise sürekli külledim durdum. Sesleri dahi beni ürpertmeye, utancımı tazelemeye yetti. Dedeme verdiğim tüm sevgileri teker teker geri aldım, hem de hepsini. Karşılığını da nefretle ödeyerek Hala da ödeyebildiğimi sanmıyorum.

20 MART 1999

(*) Ankara türküsü

--başa dön--



Daraldığımı hissediyorum. Bir an önce gitmeliyim buralardan. Oldum olası değil kan görmeye, kan sözcüğüne bile dayanamam. Güvercinlerin ruhu beni ablukaya almışçasına boğazım sıkılıyor, yüreğim sıkışıyor. Avluya girerken bizi karşılayan coşkudan eser yok. Yoksa güvercinlerim uyuyor mu? Kendimi sokağa zor atıyorum. Güvercinler kapı eşiğini aşamıyorlar.
Biraz ilerdeki sarı boyalı ev, hani arabacılık yaptığı günlerde beni ezen, koyun gözlü Mehmet Ağbi vardı ya, işte onların. Kapıyı tıklatsam mı acaba? Belki de evdedirler...

#

masum gözdeki yaş

Açık duran kapıyı dikkat çekmek amacıyla hafifçe tıklattım. Hayli iri olduğu otururken bile anlaşılan orta yaş olgunu mütevazı görünümlü adam, incelemekte olduğu dosyadan başını hafifçe kaldırarak yüzünü bana doğru çevirdi. İçimden, "İşte, yıllardır merakla beklediğim an geldi" dedim. Önceden hazırlıklı olmama rağmen, yuvasına birkaç numara büyük gelen takma göz, heyecanımı arttırmaya yetmişti. Demek meşhur cam gözlü "Kör Memet" buydu.

Henüz dört ayaklılıktan iki ayaklılığa geçiş sancılarını çektiğim evrede, beni ilk kez at arabasıyla, hem de çok yakından tanıştıran, bu tanışıklık sonrasında aileme ve ailesine sıkıntılı günler yaşatan Mehmet Ağbi karşımdaydı. Bir gözündeki görme engelinden ötürü ünlenen lakabıyla, "Kör Memet'' le yıllar sonra aynı havayı soluyorduk. Ancak onunla şu an, meraklı bakışlarla birbirini inceleyen iki yabancı, daha doğrusu bir yanıyla bildik bir yanıyla yabancı gibiydik. Bir gözü gerçekten, minder ucu oturuşlu konuk misali, "hadi bana müsaade'' deyiverecekmiş gibiydi. Bir zamanlar, hem can alıcı hem de can kurtarıcı rollerini peş peşe oynamak zorunda kalan o zavallı insansa, hiçbir şeyden habersiz öylece bana bakıyordu. Karşısında, acemi eğitiminden yeni çıkmış hazır ol duruşlu, çakı gibi asteğmen adayını sıradan bir bakışla süzdükten sonra kibarca, ne gibi bir yardımda bulunabileceğini sordu. Beni, belediyeye günlük işlerden biriyle cebelleşmeye gelen abonelerden biri sanması doğaldı. Kendimi ve karşımda sabırla yanıt bekleyen adamı daha fazla bekletemezdim. Günlerdir hatta yıllardır kafamda kurgulayıp durduğum senaryoyu adım adım hayata geçirmenin kararlılığıyla anlatmaya koyuldum. Başlangıçta heyecan sosunu fazla kaçırdığım birkaç kırmızımtırak yüzlü titrek basışlı sözcüğün ardından, yatağını benimsemiş sular gibi, usul usul akmaya başlamıştım.

Kendisini, yirmi, yirmi beş yıl kadar geçmişe uzanan kısa bir yolculuğa davetimin ardından, ilgisi daha da artmış, önceden akıl edemediği için özür dileyerek beni, karşısındaki boş sandalyeye buyur etmişti. Peş peşe sorular sorup bir çoğunu da kendim cevapladığımdan olacak, karmaşık duyguların altında daha bir ezilir gibiydi. Yıllar önce oturdukları sokağı, ne iş yaptığını, kardeşlerini, ev sahibimiz meşhur Bacak Osman'ı, çoğunlukla günlük işlerde çalışan amelelere kiraya verilen, Steinbeck'in pamuk işçilerinin kaldığı yerleri çağrıştıran odaevlerin sıralandığı sokağı, dönemin resmini yaparcasına en küçük ayrıntılarına kadar anlattıkça, sabırsızlığını yansıtan davranışlarını gizleyemez olmuştu. Tüm benliğimi saran buruk bir rahatlamayla, anlatışımı iştahla sürdürüyordum.

Sonunda öykünün can alıcı kısmına gelmiştik işte. Sakinleşmeli, gittikçe dozu artan heyecanımı biraz soluklandırmalıydım. İçime çektiğim derince birkaç nefesin ardından anlatışımı, kaldığım yerden, masal atmosferine dönüştürerek sürdürdüm. O yıllarda, tüm lüksü bir tek odaya sığdırılmış odaevlerden birinde bir işçi ailesi yaşarmış. Yine o işçi ailesinin yürümeyle çok geç tanışan bir oğulları varmış; bu haşaratın en büyük zevki, kaşla göz arasında sık sık sokağa fırlamakmış. Bir gün, yengeç yürüyüşlü bu çocuk, bir at arabasının altına süzülüvermiş... Sözcüklerin üzerine basa basa, tıpkı radyodan gazete haberi yazdırırcasına hecelerken, son noktayı koymaya fırsat bulamadan, karşımdaki insan irisi adam, hızla yerinden fırlayarak bana doğru yöneldi, kırk yıllık dost gibi boynuma sarıldı. Perişan bir sesle, "Demek o haşarat sensin.' diyebildi.

Evet, gerçekten de o haşarat bendim. Yıllardır beynimden söküp atamadığım o tatsız olayın yaşandığı günü anlatıp bir güzel rahatlamakla birlikte, bir de onun ağzından dinlemeyi öylesine istiyordum ki. Onun da bu konuda anlatacakları olmalıydı. Düşüncelerimi fazlasıyla gün ışığına çıkarmış olacağım ki, bir şeyler anlatmak için sabırsızlandığını, soğumaya yüz tutan çayından çektiği irice yudumlarla kendisini sakinleştirmeye çalışmasından anlamıştım. Pür dikkat onun konuşmasını bekliyordum ki, ağzını açmasıyla, naftalin kokulu sözcükler el ele tutuşmuş, ezber havasında dudaklarından dökülmeye başlamıştı. Elinden başka bir iş gelmediği için bir yandan babadan kalma yaylısıyla ekmek parası kazanırken bir yandan da kendine uygun başka işleri kovuşturduğu günlerdi. İşte kafasının dalgın, vücudunun yorgun düştüğü bir gün, arabasının altında bir şeylerin kaldığını ancak çevredeki bağrışmalar sonrası fark edebilmişti. Tekerleklerin arasından çıkarılan çocuğu kaptığı gibi hastaneye götürüşünü, doktorların, "Önemli bir şeyi yok. Önümüzdeki iki üç gün dikkatli olmanız gerekli. En ufak bir değişiklikte hemen getirin." dediklerinde, derin bir oh çekişini, ödenmesi gecikmiş bir borç, daha doğrusu bir öykü tadında anlatmıştı. Ailece çektikleri üzüntüleri günlerce üstlerinden atamayışlarını, hele, "Şikayetçi olmamanız için ne yapmam gerekir, ne kadar istersiniz?" diye sorduğunda babamın, "Sen çıplak, ben çıplak, boğazına sarılıp canını mı alayım Memet kardeş? Oğlumun sağlığı bana yeter." yanıtını yinelerken, bugün bile aynı şoku yaşıyor gibiydi. Anlattıkça, onun da rahatladığını, yüzüne yayılıveren kırmızımtrak huzur gelgitlerinde gözlemek mümkündü


Fotoğraf:ese8e

İkimiz de aradan geçen onca zamana karşın bir türlü silemediğimiz, gittikçe derinleşen izlerle bağlandığımız ortak kaderimizin rutubet kokulu, hüzün dokulu dehlizlerinde dolaşırken annemin, belki de tamamen annelik iç güdüsüyle hiçbir zaman affedemediği Mehmet Ağbi'den söz ederken, "Oğlumu elimden alacaktı o koyun gözlü adam" türünden yakınması, kulaklarımda yankılanır gibiydi. Beni yıllar öncesine götüren hüzün bulutlu yolculuğu, "Bir çay daha alır mısın?" sorusuyla, istemeyerek de olsa sonlandırırken, Mehmet Ağbi hala, "Demek o sensin?" diye mırıldanmaktan kendini alamıyordu. İzin istemek için ayağa kalktığımda, tekrar boynuma dostça sarılırken, oldukça yorgun bir ses tonuyla, "Her zaman beklerim" i eklemeyi unutmadı. Odadan çıkarken, Memet Ağbi'ye hoşça kal demenin yanı sıra, çok gerilerde bıraktığım çocukluğumu, annemi, babamı, yazın tozdan, kışın çamurdan geçilmeyen sokağımı tekrar görebilir miyim umuduyla geriye dönüp baktığımda, Mehmet Ağbi'nin cam bilye albenili, minder ucu oturuşlu masum gözünde, asılı duran tek damla gözyaşının, anılar kervanına katılmak için böylesine sabırsızlandığını nereden bilebilirdim ki?

17 / eylül /1998

--başa dön--



Biraz ilerdeki iki katlı bina, hani şu altında mağaza olan; o zamanlar çocuk kütüphanesiymiş. Tabii ne işe yaradığını bilmediğim için değil kapısından içeriye girmek, başımı dahi uzatmaya çekinmiştim. Yaşamda elime kadar gelip de kaçırdığım en büyük balıklardan biridir o çocuk kütüphanesi. Hala üzülürüm. Hemen karşısında, bahçe içindeki virane, Koreli Salih Ağbinin kahvesiydi. Onun bitişiğinde ise okulum. İnşaatının son demleriyle, öğrenciliğimin ilk demlerini birlikte yürüttüğümüz, ilk göz ağrım. Biraz yıpranmış görünse de hala aslanlar gibi ayakta. Bu ne güzel rastlantı böyle. Seslere bakılırsa ders bitiş zili yeni çalmış olmalı. Hazır çocuklar da teneffüse çıkmışken, çaktırmadan aralarına karışıversem nasıl olur?
#

altı cam bilye

Sonunda, okula kaydolma yaşım gelip çatmıştı. Her şey iyi güzeldi de okul konusundaki deneyimlilerden bolca duyup ne olduğunu pek algılayamadığım aşı hazretleri kafamı karıştırmaya yetmişti. Bu karışıklık kayıt işini de zora sokmuş, evdekilere bu konuyla ilgili görüşüm kısa ve net olmuştu. "Orada kol vuruyorlarmış. Onun için okula gitmek istemiyorum. İpli hamal olmaya razıyım." Bu yanıt annemle babamı önce biraz güldürmüş, ardından da beni ikna edebilme konusunda onları, değişik yöntemler arayışına itmişti. Sonunda aramızda uzlaşma sağlandı. Genç cumhuriyetimizin, inşaatı henüz tamamlanmamış bir okuluna, sırf evimize çok yakın olduğu için kaydım yapılmıştı. İnşaat henüz bitmemişti, ama anlı şanlı bir padişahın adını taşıyan levha, çoktan giriş kapısının üzerindeki yerine kurulmuştu.

İlk günlerde yaşadığım keyifli sıkıntıyı, yaşamım boyunca kafamdan bir türlü silip atamadım. Annemin gözetiminde ders çalışmak anlatılmaz, anlatılmaktan da öte dayanılmaz bir işkenceydi. Sonraları daha iyi anladım ki, annemle her şey yapılabilir, oyunlar oynanabilir, türküler söylenebilir, yemekler pişirilebilirdi, ama asla ders çalışılamazdı. Matbaa harfleri düzgünlüğünde, fiş güzelliğinde yazmamı ister, sil yazların sayısı arttıkça da defterimde küçük küçük yaralar açılırdı. Yırtılmaların yanı sıra, bir de sayfa kenarlarının zenci saçı gibi kıvır kıvır bükülmesine dayanamaz, ağzına geleni söylerdi. Bunlara, baba mirası solaklığımı sağlaklığa çevirme çabası da eklenince, kargacık serçecik durumların ortaya çıkması kaçınılmazdı. Okul hayatım boyunca ne kadar özendiysem de, güzel yazı yazmayı bir türlü beceremeyişimin temelinde belki de bunlar yatmaktadır. Allah'tan sınıflar ilerledi de annemin gözlemciliği bir daha çıkamamacasına alt kümeye düştü. Ben de böylece çok sevdiğim sevimli işkencecimden kurtuldum.

Daha önce de değindiğimiz gibi okulumuz yeniydi. Hatta o kadar yeniydi ki; merdiven kalıp tahtalarına henüz beton bile dökülmediği için hoplaya zıplaya sınıflarımıza çıkardık. Daha da kötüsü, yeterli önlemler alınmadığından, zaman zaman bahçe kenarındaki kireç kuyusunu ziyaret edenlerimiz dahi olurdu. Şu an anımsayamadığım onca eksikliğin yanı sıra sıralara üçer kişi oturduğumuzdan, popomuzun yarısının dışarıya taşması gibi fazlalıklar da vardı tabii. Hadi bunları geçtik, unuttuk diyelim. Ya o eşsiz(!) ikramlara ne demeli? Her gün belli saatlerde hazırlanan süttozu seanslarına... Çok sevdiğim halde bu zıkkımla birlikte sütten nefret eder hale gelmiştim. Süttozunun yanı sıra, evlere götürülmek üzere, sarışınımtrak renkli yağlar, peynirler de dağıtılırdı. Sahi, nereden gelirdi bu Yağma Hasan'ın Böreği? Kimler gönderirdi? Niçin gönderirdi? diye kafa yorup düşünmez, kimselere de sormayı akıl etmezdik. Bizim için işin tek cazip yanı, dağıtım sırasında dersin kısa süreli de olsa kaynamasıydı.

Gün geldi, bu ikram kervanına oyuncaklar da katıldı. O güne kadar çevremizde pek göremediğimiz pehlivan yapılı, farklı giysili birkaç adamla, arkalarında büyük büyük kutular taşıyan, kara bıyıklı adamların sınıfımıza geldiği günü asla unutamam. Taşıyıcılar gittikten sonra tahtanın önüne bırakılan kutuların özenle açılışını pür dikkat izlemeye koyulmuştuk. Daha sonra öğretmenimiz sırası geleni çağırmış, konuşmalarını anlayamadığımız güler yüzlü amcalardan biri, kutudan rasgele çıkardığı paketi, beklemekte olan arkadaşımıza vermiş, sonra da öperek yerine oturmasını işaret etmişti. Bebekler, kamyonlar, hayvanlar, daha neler neler. Sıra bana geldiğinde ne yalan söyleyeyim çok heyecanlanmıştım. Acaba bana ne vereceklerdi? Şansıma ne çıkacaktı. Aynı seremoni bende de yaşandı. Kutuya elini daldıran güler yüzlü amca, küçük bir paketi bana doğru uzattı. Sonra da öperek yerime dönmemi işaret diliyle anlatmaya çalıştı. Sırama oturur oturmaz, meraklı bakışlar arasında yırtarcasına açtığım paketten altı tane cam bilye çıkmıştı. Şansa bak be. Altı adet cam bilye. O kadar çok sevinmiş, mutlu olmuştum ki anlatamam... Yeşilli, mavili, sarılı, turunculu, duman renkli, hepsi de gıcır gıcır altı cam bilye. Bu güne kadar böyle güzellerini hiç görmemiştim doğrusu. Uzun süre, onları dışarıya çıkarmaya, sokakta oynamaya, kimselere göstermeye bile kıyamadım. Hele, mavi üzerine koyu kırmızı yılanvari çizgili olanı vardı ki, en çok da onu sevmiştim.

Ne zaman bilyelere dokunsam, dillerini bile anlamadığım o güler yüzlü insanlar geliyordu aklıma. Yoksa onlar gökten inmiş kanatsız birer melek miydi? Yine gelirler mi diye yollarını çok gözledim; ama nafile, bir daha hiç uğramadılar.

İçleri, bize getirilen hediyelerle dolu o büyük kutuların üstündeki resimleri daha sonraları, bazı kamyonlarda, iş makinelerinde, trenlerin açık vagonlarına yüklenmiş büyük tahta kutularda da sıkça görür olmuştum. Tokalaşan iki el. Bileklerden birinde bizim, diğerinde ise bilmediğim bir ülkenin bayrağı vardı. Tokalaştığımıza göre bu ülke dostumuz olmalıydı. Öyle olmasa, parasını dahi almadan bize süt, peynir, yağ, hatta oyuncak gönderir miydi?

Bakmaya dahi kıyamadığım bilyelerim, zamanla bizim sokaklarımızla tanışmaya, oyunlarımıza girmeye, dilimizi öğrenmeye başlamıştı. Vuruldukça, kenarlarından kopan her küçük parçayla birlikte, benden de bir şeyler kopuyordu sanki.

Bu arada, mahalle kahvesinin önünde sık sık toplanan kalabalık, oyunlarımızın en tatlı anında bile dikkatimizi çekmeye başlamıştı. Haberleri, dışarıya konan hoparlörden dinleyen bu kalabalıktan ara ara yükselen uğultu seli örneği bağırışlar, küfürler, alkışlar, bravolar birbirine karışıyordu. Hiçbir şey anlayamadığım, anlayamadığım oranda da merak ettiğim bu durumu babama sorduğumda, dilinin döndüğünce bana Korelileri, Amerikalıları, Çinlileri, aralarında sürmekte olan savaşı, Kore gazisi Salih Ağbi'yi bir bir anlatmıştı. O zaman anladım ki, bize durmadan hediyeler gönderen dostlarımıza olan borcumuzu, yerini bile bilmediğimiz uzak bir ülkenin topraklarında, canımızla, kanımızla ödüyorduk.

Koreli Salih Ağbi'nin adının başındaki Koreli sözcüğünün anlamını, ancak o zaman kavrayabilmiştim. Yine babamdan öğrendiğim kadarıyla, Kore Savaşı'na katılan, şimdi ise ne hazindir ki; Kore haberlerini dinlemek için insanların bahçesine toplandığı kahveyi işleten, ara sıra biz çocuklara lokumlar dağıtan, insan güzeli Salih Ağbi, bir kolunu oralarda bırakıp gelmişti. Yerine ise, olayı öğrendikten sonra daha iyi inceleme fırsatını bulduğum yeni bir kol takılmıştı. İlk bakışta gerçek kol rolünü oynamaya çalışan bu acemi dublör, soğuk sarı rengi, hareketsiz ciddi duruşuyla sanki,

"Ben bu ülkenin, bu gövdenin yabancısıyım." der gibiydi. İşte o an, altı cam bilye geldi aklıma. Sahi, kimselere göstermeye kıyamadığım bilyelerime ne olmuştu. Şimdi nerelerdeydiler? Acaba Koreli Salih Ağbi, kaç oyuncağı, kaç cam bilyeyi ödeyebilmek için kolunu, adını savaşmaya gittikten sonra öğrendiği yaban ellerde diyet olarak bırakmıştı. Kana karşılık camı düşünmek, dayanması zor bir yürek ağrısıydı doğrusu. Çocuklara sunulan geçici mutlulukların kalıcı diyetini ödemek de sanırım her seferinde, o ülkelerin Salih Ağbi'lerine düşüyordu.

30. kasım. 1998

--başa dön--



Allah allah... Çocuk cıvıltılarını bile bastıran boru, trampetlerde nereden çıktı? Seslerin geldiği tarafa yöneliyorum. Az sonra bir de ne göreyim, arka bahçede yavrukurtlar, boru, trampetler eşliğinde bayrama hazırlanıyorlar. Birkaç gün sonra Cumhuriyetimiz otuzuncu yaşına basacak. Coşkuları bundan olsa gerek. Ya en öndeki miniklere ne demeli. Havalarından yanlarına varılmıyor. Bir de onları hükümet Meydanı'nda, valinin önünden geçerken görmeli?
#

düşlerde yaşayan...

İlkokulun ilk yıllarıydı. Henüz iki, taş çatlasa üçüncü sınıfa gidiyordum. Küçücük dünyamda, okulda yaşanan telaşın, koşuşturmanın yeri bile yoktu. Beni ilgilendiren tek şey, bundan böyle bayramlarda giyeceğim yavrukurt kıyafetiydi. Onca parasal sıkıntı içindeki babamın haklı direnişine karşın, annemin anaç ısrarı baskın çıkmış, biricik yavrularının yavrukurt olmasına karar verilmişti.

Gerçi, yavrukurt kıyafetiyle ilgili ilk anım, hiç de anımsanacak türden değildi. Aklıma geldikçe sıkılır, hala yüzümün kızardığını hissederim. Bir gün ders sırasında, yeni izcilerin hepsini, yani bizi sınıflardan çağırtıp, karga tulumba müdür odasında toplamışlardı. Prova yapılması için izci kıyafetlerini giymemiz gerekiyordu. Giyinmek güzeldi güzel olmasına ya, öncelikle, soyunma kabusunu üzerimden nasıl atacaktım? Onca insan içinde, öğretmenlerin, başöğretmenin, hele de kızların önünde nasıl soyunacak, günlerdir düşlerime giren yavrukurt elbisesini nasıl giyecektim? Utancımdan, terleyen Mısır mumyasına dönmüştüm. Hareketsiz, dikilip duruyordum. Durumu fark eden bir öğretmenin tatlı sert uyarısıyla birlikte, hızlı çekim film gibi soyunup giyinişime, daha sonraları kendim bile şaşırıp kalmıştım. Neyse ki, işkenceyi ucuz atlatmıştım. Akşam üzeri son zille okuldan eve, topuklarım sırtımda nasıl geleceğimi bilememiştim. Tabii, okulda olanlara hiç değinmeden, getirdiklerimi keyifle giyinmiş, aksesuarları takması için de annemden yardım istemiştim. Nelerim yoktu ki. Üstündeki bazı parçalarının ne işe yaradığını henüz bilmediğim beyaz sedefli çakım, simide benzeyen küçük kurtarma halatım, sarı mor renkli fularım, meşinden fularlığım, düdüğüm, üzerine kurt başı işlenmiş kahverengi kepim, çakı ve halatımı kolayca takabileceğim kemerim, kolumun kenarına dikilecek Eskişehir ve izci yazılı bezlerim, açık yeşil/bej renkli bol cepli kısa pantolonum ve gömleğim. Rengini şimdilerde anımsayamadığım (kahverengi olabilir) ayakkabılarım, çoraplarım ve çoraplarıma dolanan sarı mor renkli kordonlarla, yavrukurt kıyafetim tamamlanıyordu. Belki de, ince ayrıntılarına kadar anlatmanın ne alemi var diye düşünebilirsiniz. Siz bir de onu, konuşmaları, tavırları, yürüyüşleri, havaları, sihirli değnek değmişçesine değişen minik yüreklere, bize sorun.

Zafer kazanmış komutan havalarımız, tören öncesi trampet ve boruların eşliğinde yapılan prova yürüyüşleriyle daha da artar, okulun dışına dahi taşardı. Sanırım küçücük dünyamızda o zamanlar pek anlam veremediğim koşuşturmayı, hafızamı zorlaya zorlaya yıllar sonra çözümleyebilmiştim. O yıl, Cumhuriyet'imizin otuzuncu yılıydı. Öğretmenlerimiz, bir yandan, günlerce süren sıkı bir çalışmayla bizleri kutlama törenlerine hazırlamışlar, bir yandan da yontu ustası becerisiyle minicik hamurlarımızdan yere göğe sığmayan birer dev yaratmışlardı. O devler de öğrendiklerini gösterebilmek için, bayram gününü iple çeker olmuşlardı.

Sonunda beklediğimiz gün gelmişti işte. Hepimiz çakı gibi giyinmiş, pırıl pırıl gözlerle okulun yolunu tutmuştuk. Yürümüyor, adeta koşuyorduk. İçimizde, ya bayram bizsiz yapılıverirse diye bir kuşku vardı sanki. Hiç biz olmadan bayram yapılır mıydı? Hem yapılsa bile o bayramın tadı olur muydu?

O sabah, okul bahçesinde görevli öğretmenlerce karşılandık. Hemen, provalarda defalarca yaptığımız gibi düzenli sıralar oluşturmaya başladık. Kısa süre sonra önde bayrak, flama, arkasında boru ve trampetler, onun arkasında da oymak başları, izciler ve diğer öğrencilerden oluşan okul yürüyüş kolu, başlarında sorumlu öğretmenlerimiz, tören yürüyüşüne hazırdık. Yeni açıldığı ve çevrenin de tek okulu olduğu için olsa gerek, velilerin yanı sıra sanki tüm mahalleli haberleşmişçesine oradaydı, okulun etrafı ana baba günüydü. Herkes onları uğurlamaya gelmişti sanki.

Düdükle birlikte hareket komutu verildi. Alkışlar arasında, hükümet alanındaki tören yerine doğru, uygun adım yürüyüşe geçtik. Başka zaman olsa, angarya kabul edip, kaytarmak için sayısız bahane uyduracağımız onca yolu, yorulmadan nasıl erittiğimizin farkına bile varmadık. Nasıl bir ruhtu bizimki, öğretmenlerimiz ne yapmıştı bilmem?


Gel de unut o günleri...

Hükümet Konağı'nın önüne geldiğimizde, kelimenin tam anlamıyla bir renk cümbüşüydü bizleri karşılayan. İğne atsanız yere düşmez. Neden böylesine uzun tutulduğunu bir türlü kavrayamadığım konuşma ve şiirler, bana hep sıkıcı gelmiştir. Geçmek bilmez dakikaların ardından, sırası gelen okulda, uğultuyla karışık bir hareketlenme gözlenir, önce küçük, ardından da normale dönen adımlarla tören yürüyüşü düzenine geçilirdi. Sıra bize geldiğinde kendimi, yüreği yerinden kurtulup kanatlanıverecek bir kuşa benzettim. Kolay mı, günlerdir bu anı bekliyordum. Öylesine dik yürüyor, öylesine düzgün adımlar atıyor, yere öyle sert vuruyorduk ki; coşkumuzu İstanbul'dan Atatürk bile duyabilirdi. Bulvara çıktığımızda caddenin, bizi alamayacak kadar dar olduğunu hissettim. Diğer arkadaşlarımın da yola sığabilmeleri için, sessizce küçülüp onlara yer açmaya, kendimi zor ikna edebildim. Başım göklere değen masal kahramanlarına da benzesem de, bu fedakarlığı yapmaktan başka çare bulamamıştım.

Tören heyecanı, günlerce aklımdan, gecelerce düşlerimden hiç çıkmadı. Yıllarca da içimden söküp atamadım. Daha sonraları bir çok törene katılmış, hatta hiçbir töreni kaçırmamaya çalışmıştım; ama o günün büyüsünü, havasını bir daha asla yakalayamamıştım.

Yavrukurt elbiseme gelince: Eskitinceye kadar övünçle giydim, fularım uzun süre annemin sandığında saklandı; belki hala oradadır. Gözüm gibi koruduğum çakımı ise ne yazık ki kaybettim. Bir tek düdük kalabildi bu güne. Elime geçtikçe, bir yandan hüzün karışımı bir keyifle o günleri anar, bir yandan da öttürür dururum. Hem de var gücümle...

28. Ekim. 1998

--başa dön--



Okul çevresindeki en güzel ev halamlarınkiydi. Dış badanası, şimdiki gibi hep iki renkliydi. O iki renk de birbirine öyle uyar, öyle yakışırdı ki. Görenler dönüp bir daha bakardı. Eee, hangi sanatçının fırçasından çıkardı bu güzellikler. Tabii ki Ali Eniştemin. Hani beni çok seven, boş zamanlarında radyo bile yapan o insanın ellerinden, duygu dolu dünyasından...
#

postadan çıkan radyo


Ölümle gelen ölümsüzlük...

İleri yaşlarda onun yokluğunu çok daha iyi anlayacaktım. Her ölüm erkendir, her ölüm zamansızdır aslında. Ama tam yetişme çağımda böylesine bir değeri yitirmek, kendi adıma büyük şanssızlıktı doğrusu. Birçok ilki onda görmüş, birçok ilki ondan öğrenmiştim. Kimden mi? Alabildiğine incelikli, yumuşak, sevecen, daha nice güzel özelliği iç dünyasında barındırıp dışa yansıtabilen, her zaman kendisiyle barışık bir işçiden, halamın eşi Ali Enişteden.

Yakın çevremdekiler arasında kravatlı tek insan oydu. Fötr şapka kullanan, sürekli yakın gözlüğü takan, ilerlemiş yaşına rağmen işine bisikletle gidip gelen de oydu. Sık mektuplaştığı Romanya'daki dostlarından, akrabalarından gelen zarflardaki pullardan küçük bir koleksiyon oluşturan, kartpostallar biriktiren, kızının işlediği çeyizlere desenler, basit tablolar çizen de Ali Enişte'den başkası değildi. Babadan kalma mesleğinden dolayı "kunduracı' lakabıyla anılmakla birlikte, çok iyi bir badanacıydı aynı zamanda. Öğlen uykularında huzuru yakaladığım odaların badanası hep onun hünerli ellerinden çıkmaydı. Kapılardaki, pencerelerdeki eşsiz renkler de onun ince zevkinin ürünüydü. Yeşille mavinin birbirine bu kadar yakışacağını ilk ondan öğrendiğimi de itiraf etmeliyim. Elektrik hatlarının döşenmesi, ampullerin basit ama zevkli avizelerle süslenmesi, tulumbanın sürekli su çeker halde tutulması, minicik bahçesinde ürettiği çiçek, meyve, sebzelerin sağlık sorunları da hep onun sorumluluk alanına giren işlerdendi. Sözün özü, el atmayacağı, el atınca da altından kalkamayacağı iş yok gibiydi o güzel insanın.

Tepeden tırnağa yetenek çağlayanı Ali Enişte'nin bence beceremediği, beceremediği için de sürekli kaçmak zorunda kaldığı tek olay, söz düellolarında şarlamayı çok iyi bilenlere karşı pasif kalışı, insanları kıracağım korkusundan ötürü kendini yeterince savunamayışıydı. Özellikle halamla sık sık tutuştukları, daha doğrusu çoğunlukla halamın ateşlediği kavgalarına istemeyerek de olsa tanıklık etmek zorunda kaldığım zamanlarda bu yargıya varmıştım. Çıkış nedenini sonradan kendilerinin de anımsayamadığı bu kapışmaların peşin galibi ne yazık ki, çoğunlukla halam olurdu. Eniştemin zaten küçük olan gözleri daha da küçülür, yuvalarında inzivaya çekilirdi. Halam merkezli dalaşmalardan yorgun düşen eniştem, haksızlığı bir türlü içine sindiremez, kendisini bahçeye zor atardı. Yardım edememenin hüznüyle birlikte bu anlamsız kavgaların bana olan tek yararı, ona duyduğum sevgiyi her geçen gün daha da arttırmasıydı.

Neden bu kadar yumuşak, hoşgörülü, sevgi doluydu bu insan? Bir türlü anlam veremezdim. Erkek dediğin biraz sert olmalıydı değil mi ama! Pek anlatmak istemese de öncelikle kendisinden, daha sonra da çevremdekilerden, özellikle de annemden, babamdan onun hakkında edindiğim bilgiler ışığında, merakımı bir yere kadar gidermeyi, taşları daha bir yerine oturtmayı becerebilmiştim.

#

Romanya'da, kendi halinde yaşayıp giden bir ailenin çocuğuymuş bizim enişte. Meslek okulu mezunu olduğu halde Türkiye'de diplomasının denkliğini kabul ettiremediği için işçi olarak çalışma hayatına atılmış. Titizliği, kravatı, başından hiç eksik etmediği fötr şapkasından ötürü Romanya'da da lakabı canti, bob stil benzeri bir şeymiş. Oralarda bir Türk kızına sevdalanmış. Daha sonra ne olduysa olmuş, halamla evlenip Türkiye'ye göç etmiş. Yakın ya da uzak çevremdeki insanlarla kıyaslanmayacak kadar farklı, hele o yıllarda benzerine kolay kolay rastlayamayacağım eniştemin gizli dünyasını galiba birazcık aralamıştım. Bana kalırsa, en önemli sorunu anlaşılamamanın getirdiği yalnızlık, daha doğrusu yabancılaşmaydı. Bu yüzden kendisini, kolay kolay açılmayacak biçimde duvarlarını elleriyle ördüğü kaleye kilitlemişti. Evet, onunla aynı dili konuşacak, onu anlayabilecek hiç kimse yoktu çevresinde. Belki, bir tek akrabaları iğneci Apti Ağbi'yle bir şeyleri paylaşabilirdi. O da bisiklet tepesinde oradan oraya iğneye koşuşturmaktan vakit bulabilirse tabii. Ah, biraz daha büyük olsaydım ya da daha hızlı büyüyebilseydim diye hayıflandığım çok olmuştur. Kim bilir neler öğrenirdim ondan, yaşamım ne kadar zenginleşir, güzelleşirdi. Ama olmadı.

#

Başka bir ilde yaşadıkları halde hiç üşenmez, en kısa tatillerde bile ne yapar eder mutlaka ziyaretlerine giderdim. Emeklilik baharını sürüyordu artık. Halamla olan amansız, anlamsız söz düellolarını en aza indirebilmek için kendisine bahçe içinde bir işlik, daha doğrusu sığınak yapmış, günlerinin büyük bir bölümünü orada geçirir olmuştu. Bir yandan komşuların ayakkabılarını tamir ederken, bir yandan da her hafta gelen mektuplar aracılığıyla radyo yapımına merak sarmış, bu yöntemle kısa sürede radyoculuğu bayağı ilerletmişti. "Görmelisin" diyordu. "Bu iş, ana rahmindeki bir bebeğin gün be gün büyümesine öyle çok benziyor ki. Her geçen gün eserimin büyüyüp gelişmesini hayranlıkla izliyorum." Son görüşmelerimden birinde, montajını yeni bitirdiği, elbisesini ise henüz giydiremediği çıplak radyosunu bana dinletirken, duyduğu hazzı görmeliydiniz. "Benim emektar BYE kadar olmasa da nasıl olmuş ama?" Tek kelimeyle harikaydı, kendisini gıptayla karışık duygularla yürekten kutlamaktan başka ne diyebilirdim ki? O ise giriştiği her işin üstesinden gelmiş bir insanın rahatlığıyla, daha önceleri de defalarca yaptığı uyarılarından birini daha yinelemeden edemedi. "İnsan öncelikle kendisini inandırmalı. O zaman başaramayacağı iş yoktur evlat. Önce sen sana güvenmelisin. Ayakta kalabilmenin püf noktası da işte bu güvende saklı. Bunu sakın unutma."

Unutmadım. Sevecenliği, sabrı, inceliği, engin hoşgörüsü, insancıllığıyla örnek aldığım Ali Enişteyi unutmadım. Başarılarını, giriştiği tüm kavgalarda yenik gibi görünse de her zaman ayakta kalmayı başarabilmesini, en karanlık günlerde bile yolumu aydınlatmayı inatla sürdüren bilgeliğini unutmadım. Ayaz gecelerden birinde, postacının elimize tutuşturuverdiği, geceden de dondurucu ölüm haberini unutmadım, Tüm çabalarıma rağmen bugüne değin boşluğunu kimselerle dolduramadığım o sıcak insanın, toprağın buz gibi kollarına bırakılışındaki hüznü kabullenemedim, acının ağırlığını kaldıramadım, o günü bir türlü unutmadım, unutamadım. Sanırım unutamayacağım da... 27.temmuz.1999

--başa dön--



Bakın, gördünüz mü şu işi. Akasyanın altında yine bir sürü insan toplanmış. Tıpkı yıllar önceki gibi. Yaygılar, sandalyeler, çaylar, kurabiyeler... Evet evet, halamı görür gibi oldum, ablam da orada, Şükriye Teyze, Hamdiye Ablayı da tanıdım. Hayret, Bir tek Dönme Ayşe Teyze yok aralarında. Nerede kaldı acaba?
#

dönme ayşe teyze

Sokakların tozlu, oyunların coşkulu, acıların anlık, düşlerin bulanık, arkadaşlıkların ölümüne bağlılık olduğu yıllardayız. Şöyle bir düşünüyorum da sokaklar olmasaydı acaba ne yapardık, yaşamı nerelerde bulur yakalardık? Yalnızca biz çocukların değildi sokaklar elbet. Genellikle dolma üzerine yapılan tek katlı evlerimizin balkonu olmadığı için büyük küçük herkes baharla birlikte yaşamı bahçelere, çoğunlukla da o güzelim sokaklara taşırdık.

Öğleden sonraları güneşin inişe geçişiyle birlikte, her evin önünde yarış çeşnili bir telaş yaşanırdı. Süpürgesini kapan evin genç kızı, oğlu gelini ya da hanımı sokağa fırlar, toz kalkmasın diye kapı önünü bir güzel ıslattıktan sonra, ev içi ciddiyetiyle ortalığı süpürür, ardından da eski kilimleri, dokuma palaları-yolluk-, tedavülden kalkmış battaniyeleri mis gibi kokan toprağın üzerine yayardı. Üstüne de bir kaç minder attınız mı alın size akasya gölgeli mini bir oturma odası. Varsa, çıkarılan birkaç tahta sandalye ile de aksesuarın lüks kanadı tamamlanırdı. Tüm bu hazırlıkların ardından evin büyükleri, nineleri, dedeleri, anneleri, birer birer minderlerine kurulur; bir yandan akşamüstü serinliğini içlerine çekerken, bir yandan da komşulara, dünden buyana biriken haberleri yetiştirme yarışına girişirlerdi. Özellikle yaz döneminde günün uzunca bir dilimini sokaklarda geçirmekle birlikte özellikle akşamüstlerinin biz küçükler için ayrı bir tadı vardı. Büyükler kendi aralarında laflaşırken bizler de yaşıtlarımızdan oluşturduğumuz gruplarımızla göz açıp kapayıncaya kadar oyundan ibaret dünyalarımıza dalıverirdik. Arada bir laf olsun diye annelerimize, "babamın gelişine çok var mı?" diye merakla karışık sorar, alınan yanıta göre de oyunun devamına ya da aralanmasına karar verirdik. Oysa; kendimizi oyuna böylesine kaptırmasak, saat tam beşte fabrikaların iş bitiş borularını duymamız işten bile değildi. Hatta, çalan borunun şeker fabrikasına mı, kiremit fabrikasına mı, yoksa demir yollarına mı ait olduğunu bile ayırt edebilecek yetenekteydik(!). Ama olsun, onca keyifli telaşın arasında bir de onu mu düşünecektik? Hem annemize "ben buradayım", mesajını vermemiz, "beni unutma" diye anımsatmamız da gerekmiyor muydu? Hoş, yine de babalarımızı en önce bizler görür, bir koşu gider karşılardık. Hele ellerinde bir şeyler varsa, alıp kapının önüne kadar taşıdıktan sonra büyük bir iş başarmış gibi annelerimize teslim etmenin keyfini de hiç mi hiç kaçırmazdık. Tabii babaların gelişiyle birlikte ister istemez oyunumuz, uzunca bir reklam arasına girmişçesine kesilirdi.

Bir yandan demlenen çaylar, kırmızı kuşaklı, sarı yaldız kuşaklı ya da düz bardaklara doldurularak, Kraliçe Süreyya'lı tabaklarla servis yapılır bir yandan da üstleri toz şekeriyle süslenmiş babaanne kurabiyeleri, katmerler, peksimetler, ekmek balıkları, Allah ne verdiyse iştahla atıştırılırdı. Bu arada komşular arasında, taşıyıcılığını çoğunlukla çocukların zevkle üstlendikleri tabak alış verişi de hiç eksik olmazdı. Her nedense evde yapılanlar değil de komşulardan gelenler daha çok ilgi görürdü. Telaşlı tıkınışların ardından, aramızda geliştirdiğimiz işaret diliyle anlaşır, kaldığımız yerden oyunumuzu bağlamaya koyulurduk Taa ki, karanlık çökünceye, kan ter içinde kalıncaya kadar...

Sokakta oynanan her tür oyundan hoşlanmama rağmen itiraf etmeliyim ki, döndürmeli oyunları bir başka sevmişimdir. Topaç, ya da bizim oralardaki adıyla "atma'nın, ipin boyunduruğundan kurtulduktan sonra taa kafa sallama anına geçinceye kadar, adeta yere çakılmışçasına süzülüşüne bayılırdım. Ya bilyelere, misketlere; renkli camdan dünyalara ne demeli. İçlerinden en okkalısını atıcı yapardım. Uzun mesafeli atışlarda bazen, hedefteki bilyenin yere yakın kısmına nişan alıp öyle bir vururdum ki; atıcım, anında vurulanın yerine kurulur, uzun süre olduğu yerde kendinden geçmiş mevlevi gibi huşu içinde dönerek gözüme girmeye çalışırdı. Eh ne yalan söyleyeyim gözüme öylesine girerdi ki onu, eskise de kıyıp bir türlü atamazdım. Sahi, bir de kurumuş, tanesiz mısır koçanlarından güvercinler yapardık. Koçanı orta yerinden ikiye böldükten sonra, iki ya da üç tane tavuk kanadı tüyünü, dışbükey kısımları birbirine değecek şekilde koçana saplayarak elde ettiğimiz güvercinler, belli bir hızla havaya fırlatıldığında, bir süre dönerek uçabilirdiler. Elişi kağıdından yaptığımız renkli fırıldakları da unutmamalıyım. Zaman zaman fırıldak yapımından para bile kazandığımızı anımsar gibiyim. Bu arada, kalınca sopa ya da özel yapılmış telle döndürülen dolgu lastik, çoğunlukla da metalden çemberleri zevkle döndürdüğümüzü de eklemeliyim.

Bu güzelim oyunlardan oluşan sokak eğlencelerini bize yakın oturmalarından da öte, eniştemi, özellikle de yaşıtım sayılabilecek kızını çok sevdiğim için sık sık ziyaretlerine gittiğim halamların sokağında da hemen her gün yaşardım. Orada da akşamüstü sefalarında, gündöndü-ay çekirdeği- çitlenir, çaylar pastalar yenir, komşularla yarenlik edilirdi; Zamanla, Hamdiye ablaları, Şükriye teyzeleri, Dönme Ayşe teyzeleri, Kör Memet amcaları ve adlarını sayamadığım diğer komşuları ben de yakından tanır olmuştum. Sohbetlerde neler konuşulurdu pek anımsamıyorum, ama aklım her seferinde nedense, Ayşe teyzenin adının başındaki "Dönme" sözcüğüne takılır kalırdı. Ne demekti ki bu dönme denen şey? Acaba Ayşe teyze dönerek mi yürürdü? Yoksa dönmeli oyunları benim gibi o da çok mu severdi?

Dayanamayıp bir gün halama sorduğumda güldü. Sonraları daha iyi kavrayıp aldığım cevapları bir ajan titizliğiyle yerli yerine oturttuğumda durumu çözmüştüm. Dönme Ayşe Teyze aslında hıristiyanmış. müslüman bir Türk'e gönül vermiş. Balkanlarda karışıklıklar başlayınca sevgisi uğruna dinini, adını, yurdunu değiştirmiş, Türkiye'ye göç etmiş. Bizim de lakap takmakta üzerimize yoktur doğrusu. Hemen adının önüne "dönme' yaftasını asıvermişiz. Bu arada bir çok kez kendisiyle karşılaştım, hatta birkaç defa da konuşma fırsatı yakaladım. Dilimin ucuna gelmesine rağmen sorma cesaretini bir türlü bulamadım. Sevda öyküsünü kendi ağzından dinlemek ne hoş olurdu. Oysa o, çok kibar biriydi, sokaktaki diğer insanlara pek benzemiyordu. Benimsemiş görünse de "dönme" lakabıyla ünlendiğinde, hafiften yüzüne yayılıveren kırmızı renkli dalgalar, sıkıntısını ele vermekte gecikmezdi. Sanki, onurlu bir sevda izini taşımaktan utanır gibiydi.

"Sevdiğin adam uğruna değiştirdiğin adından, dininden, milliyetinden, ülkenden dolayı, acımasız saldırganların sana taktığı 'dönme' liği, hiç de hak etmediğin halde utanarak, sıkılarak adeta bir mahkum gibi ölünceye kadar boynunda taşımak zorunda kaldın. Masum yüzüne ilişiveren hüzün ise gölgenin en yakın takipçisi oldu, peşini hiç bırakmadı. Oysa yaşadıkça ve yılları bir yerlerde biriktirdikçe öyle dönmelere, dönekliklere tanık oldum ki... Senin dönme'liğin onlarınkinin yanında kardelen beyazı kalır a benim sevgili Ayşe Teyzem. Keşke bunları sana da anlatabilseydim. Birazcık olsun rahatlardın belki."

Geriye dönüp şöyle bir bakıyorum da, dost canlısı o güzel insanlar, akasya gölgeli sokaklarımda hala, bir yandan sohbet edip bir yandan da akşam çayları içiyor mudur? Çocuklar, cıvıl cıvıl sesleriyle yine sokakları doldurup kendilerinden geçercesine oyunlar oynarken, coşkuyla babalarının yolunu gözlüyor mudur? Ya benim masum, onurlu, hüzün güzeli Ayşe Teyzem, aradan bunca zaman geçmesine rağmen, aşk kokulu, sevda dokulu "dönme"liğinden hala utanıyor mudur acaba, ne dersiniz?!...

haziran.1999

--başa dön--



Amcamların evi, okulun hemen arka sokağındaydı. Amcam, işten arta kalan zamanını sokağın başındaki kahvede oyun oynayarak geçirirdi. Emeklilik sonrası, birkaç yüz metre ilerdeki cami de eklendi yaşamına. Akşama kadar, ev, kahve, cami arasında mekik dokumaya başladı. Yengem mi? Hani şu hazırladığı bayram harçlığını ardımdan yetiştiremeyen o incecik sesli, ufak tefek kadın mı? İçerde yemek yapıyordur herhalde.
#

sarı beşlik

Şu meretin sesine bir türlü alışamadım gitti. Eskiden tiz metalik bir feryatla insanın yüreğini hoplatırdı, şimdilerdeyse garip yaratık sesleriyle aynı görevi üstlenmekten geri kalmıyor. Dün de güpegündüz canhıraş bir sesle, ürkme ile merak melezi duyguların peşinden ahizeyi kaldırdığım an yanılmadığımı, ne yazık ki bir kez daha anladım. "Yeğenim, dün yengeni sakladık." En küçük amcamdı telefonun diğer ucundaki yıkık sesin sahibi. Babamı, özellikle de diğer amcalarımı bir bir yitirişimin ardından, onu daha sık arar olmuştum. Ne zaman babamı daha doğrusu geçmişimi özlesem, parmaklarım otomatiğe bağlanmışçasına amcamın telefon numarasında gezinmeye başlardı. Genellikle yengemin incecik sesi karşılardı beni. Bir iki hal hatırdan sonra "Hadi gülüm, geline, oğlana çok selam, amcana veriyorum" diyerek, "Heey Erduvan" diye içeriye seslenirdi. En son yaptığımız bayram konuşmasını da üç aşağı beş yukarı bu sözcüklerle sürdürmüştük. Durup dururken bu ölüm de nereden çıkmıştı böyle. Şaşkınlıktan yalnızca "Başımız sağ olsun, amca", diyebildim. Ahizeyi şuursuzca yerine bırakırken, yakınımdaki koltuklardan birine yığılıverdim adeta. Her yanım pelte gibiydi. Yengemle ilgili ne kadar iyi, kötü anı varsa, kafamın içinde fırtınaya tutulmuş, ha koptu ha kopacak yapraklar gibi sallanmaya başlamıştı. Zamanla tek tek düşeceklerdi belki de. İnsan ortak geçmişli bir zaman dilimini paylaştığı yakınını yitirmekle biraz da kendisinden bir şeyler mi yitiriyor ne? Karmaşık düşünceler eşliğinde çaresizleri oynarken dalmışım.

#


Bakıyorum, üstüm başım gıcır gıcır; bayram olmalı. Kısa pantolonlu dönemleri sürdüğüm yıllar. Elimde de dört ucu birbirine bağlanmış sakız gibi beyaz bir mendil. Naylon torbalar henüz doğmamış, kesekağıdı da pek hoş kaçmayacağından, taşınacak ufak tefek bayram nevalesini herkes kendi geliştirdiği bir yöntemle çözmek zorunda. Benim torbam da mendilden. İçinde kırık leblebi, üzüm, kabuklu fıstık, iğde, kağıtlı şeker türünden ganimetler olmalı. Yakın çevreyi tamamladığıma göre sıra, birkaç sokak ötede oturan amcamlarda. Rotayı onlara çeviriyorum. Evlerine vardığımda dilimi ağzımın içine yerleştirmekte bir hayli zorlanıyorum. Önce nenemin elini öpüyorum. Bir güzel sarmalıyor beni. Nenem babaannemin kuması, bizim oralardaki söyleyişle ortağı. Ama aralarının çok iyi olması bizi de olumlu etkiliyor. Ardından yengemin eline geliyor sıra. Amcam yok. "Sabah sabah ne anlar ki şu kahveden?" diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Bir taraftan bunları düşünürken bir yandan da yan gözle yengemi takipteyim. Elinde tutmakta olduğu derince bir tastan dolu dolu iki avuç kuruyemişi mendilime boca ediyor. Ganimeti almamla birlikte fırlıyorum. Beni tutabilene aşkolsun. Yengemin incecik sesi bile ardımdan yetişmekte bir hayli zorlanıyor. "Agamlara selam söyle."

#


Düşten gerçeğe

Aradan yıllar geçiyor. İlkokul bitmiş, belki de ortaokula başlamışım. Sevgili nenem çoktan ölmüş. Ama ben yine de fırsat buldukça amcamları ziyaretten geri kalmıyorum. Uzun yıllar işçi olarak çalıştığı uçak fabrikasından emekli olmuş, nefes darlığının da dayatmasıyla sigara ve kahve hayatını noktalamış, güzergahını daha çok camiye çevirmiş. Alışılmış ziyaretlerimden birinde, tam da sohbetin koyulaştığı bir sırada yengem en saf ve sevecen haliyle, "O bayram nasıl da fırlayıp kaçtın öyle, sana vermek için sarı beşlik hazırlamıştım" demez mi? Birden içim cız ediyor. Sarı beşliği pisi pisine kaçırmanın hüznü çullanıyor üstüme. Henüz okula başlamadığım o yıllarda bile beş kuruşların pek esamesinin okunmadığı kesin. Ne alınırdı ki o minicik sarı beşlikle. Sanırım küçüğünden iki simit, sopaya dolanan türden birkaç renk macun, külahın içinde eser miktarda dondurma, pamuk helva filan. Olsun. Hepsi de beni sevindirmeye yetip artacak şeyler.

Daha sonra babamın görevi nedeniyle başka bir şehre taşınmak zorunda kalıyoruz. Dile kolay, çocukluğumun en güzel yıllarını sürdüğüm o son bayramımızda yengem, bana sarı beşlik hazırlamış ve ben onun seslenişini duymamışım. "Ayaklarım kırılsaydı da öyle hızlı koşamasaydım." diye hayıflandığım çok olmuştur.

#

Hüzün karışımı düş girdabından sıyrılıp kendime gelir gibi olduğumda, kulaklarımda hala yengemin sessiz bir dere gibi içime akmakta olan incecik sesiyle irkiliyorum. "Sana vermek için sarı beşlik hazırlamıştım."

Daha sonraları ne paralar gelip geçti cüzdanımdan. Binlikler, yüz binlikler hatta daha bol sıfırlılar. Ama günlerce etkisinden kurtulamadığım o sarı beşlik kaç kez rüyalarıma girdi bilemezsiniz.

Yengemin kaybından sonra amcam yine aynı kentte yaşamını sürdürüyor. Canı sıkıldıkça da evlatlarının, torunlarının arasında dolanıp duruyor. Şimdilerde bizlere çok daha fazla gereksinimi olduğunu bildiğim halde, korkularımla baş edip de bir telefon uzaklığındaki amcama hal hatır dahi soramıyorum. Çünkü çok iyi biliyorum ki bundan böyle, "alo" diye kucaklayıp, beni bağrına basacak ses yengemin ki olmayacak...

22. temmuz. 1999

--başa dön--



Yağlıboya // Tülin Ercan
Eeee, emeğime de değdi doğrusu. Beşlik, onluk, birkaç tane de yirmi beşlik derken sonunda para işini hallettim. Bir de annemle babamın gönlünü ettim miydi tamam. Ver elini bayramyeri, ver elini, pardon, ver dizginini sevgili atım, kanatlım, sevdalım...
#

Kanatsız İkarus

Bayram yaklaştıkça, bütün çocuklar gibi onun da içini hoş bir heyecan kaplardı. Hoşluk için birçok neden vardı elbette. O yıllarda giysi ancak bayramdan bayrama alınırdı. Alınanlar da çocuklara sürpriz olsun diye önceden gösterilmezdi. Acaba yarın neyle karşılaşacağım merakı uykusunu kevgire çevirirdi. Döne döne uyuduktan sonra baş ucuna bırakılıveren bir çift ayakkabı, gömlek ya da pantolonun sevincini hiçbir şeyle değişmezdi. Hele iki renkli ayakkabısıyla göz göze geldiği bayram sabahını nasıl unutabilirdi. Dahası, ellerini öpeceği yakın akrabaları, komşuları şeker, kuruyemiş, mendil, hatta para dahi vererek onu mutlu edebilirlerdi. Bunlar bile bayramı iple çekmesine yeterdi. Ama onun aklı fikri her bayram öncesi, ağlarda çırpınan balıklar gibi bayram yerine takılırdı nedense. Seslerin birbirini tepelediği gürültü sağanağı, renk ve koku cümbüşü, her görüşünde onu büyülemeye, mıknatıs gibi kendine çekmeye yeterdi.

O zamanlar oyuncaklara henüz elektrik bulaşmamıştı. Her şey kolla çevrilir, kollar dişlileri, dişliler de oyuncakları döndürürdü. Binme keyfinin süresi, kolu çeviren amcaların, ağabeylerin o günkü isteğine, insafına kalmıştı. Renk renk faytonlar, ördekler, atlar, uçan sandalyelerin hantal akrabaları dönme dolaplar...

#


Her bayram olduğu gibi işte bu bayram da o gizemli dünyanın yolunu tutmuşlar bile. Ben de ayaklarımın ucuna basa basa, sessizce peşlerine takılıyorum. Onları hafiye gibi uzaktan izlemeye bayılıyorum. Anne babasının ellerinden tutmuş, yürümekle koşmak arası keklik gibi sekiyor. Sahi, keklikler böyle mi sekerler? Görülecek keklik kalmadı da... Büyülü dünyaya dalar dalmaz hangisine bineceğini önceden belirlemiş olmalı ki, ısrarla o tarafa yönelmeleri için annesinin eteğinden çekiştirip duruyor. Öncekilerin inme vakti yaklaştığında, yavaşlamaya yüz tutan oyuncağın peşi sıra koşturuyor. Sonunda birini zorda olsa yakalıyor, kaşla göz arasında oyuncağın içine keyiflice kuruluveriyor. Herkes yerine oturup emniyet zincirleri de takıldıktan sonra atlı karınca yavaş yavaş dönmeye başlıyor. İki eliyle sımsıkı tuttuğu demir boru terden sırılsıklam olmuş, parlıyor. Büyük uğraşlar sonucu cesaretini topluyor, demir borudan kurtarmayı becerdiği tek eliyle annesine, babasına korku-zafer-ürküntü karışımı duygularla selam verirken çok mutlu görünüyor. Önceleri net gördüğü yüzler bir süre sonra uzunca bir şeride dönüşünce selam faslını kesiyor. Alet durduğunda ise tatlı bir baş dönmesiyle güç bela aşağıya inmeyi başarıyor. Bir süre yalpalayan şaşkın ördek misali annelerini arıyor. Buluştukları an oluşturdukları sevgi yumağını, görmenizi isterdim. Bir oyuncak çocuğu, çocuk da ana babasını bu kadar mı mutlu edebilir?

Bayram yerinde her yaştaki çocuğu hatta büyükleri bile kendine çekecek bir şeyler mutlaka vardı. Güldüren aynalar, İsa gibi çarmıha gerilmiş, bileklerinde kanlı bıçaklarla gıkını bile çıkarmadan gülümseyen kızlar, korku tünelleri, rüzgarda etekleri uçuran fettan salıncaklar, dönen ördeklere ya da yere belli aralıklarla serpiştirilmiş sigara paketlerine atılan halkalar, ray üzerinde en zirveye tırmandığında mantar patlatan güç ölçerler, oyuncak hediyeli keskin nişancı çadırları, korku trenleri, duvara tırmanan motosikletler, sihirbazlar, palyaçolar, akla gelmeyen daha neler neler, bu gizemli ve görkemli dünyanın vazgeçilmez parçaları, unutulmaz kahramanlarıydı.


İkarus 1953

Bu kadar çok seçeneğe rağmen, bayram yerinde bir şey daha vardı ki, hepsinden fazla ilgisini o çekerdi. Dizginlerini iyi tutmasan ok gibi fırlamaya ya da kişneyerek arka ayaklarının üzerinde şaha kalkmaya hazır siyah bir at. Ne kadar güçlü olduğunu anlamak için iri, parlak gözlerine bakmak yeterliydi. Henüz binme yaşında olmadığı için, onu biraz daha yakından seyredebilmek uğruna, midesi döne döne yediği içi kıpkırmızı köftelere bile razıydı. Çünkü köfteciyle at yan yanaydı. İşte o at, yaklaşan bayramla birlikte her gece rüyalarına girerdi. Geceler boyu birbirlerine doyamadan, yemyeşil otlaklarda, nasıl da uçarcasına gezerlerdi? Bazen kızılderililerle kapıştıkları(!) bile olurdu. Altında siyah atı varken hiçbir şeyden, hatta iki renkli vahşi atlardan dahi korkmadığına bahse girebilirim.

#


Gördünüz mü, dün dibi yaşanmış eski bir karenin bana neler ettiğini?. Alıp nerelere götürdü, nerelere sürükledi. Ne zaman, soluk fotoğraflar arasında zamanı yakalamaya çalışsam vaktin nasıl geçtiğini anlamam. Her seferinde karelerden birinin ilgi oltasına hem de gönüllüce takılıveririm. Ondan sonra o nereye ben de oraya. İhtiyar Balıkçı gibi, çek Allah çek, git Allah git... Bu kez de şimdi yerinde yeller esen o eski bayram yerinde buluverdim kendimi. Yıllar önce, sessizce peşlerine düştüğüm ana, baba, çocuk geldi aklıma, atlı karınca sonrası oluşan o mutluluk üçgenini tekrar görür gibi oldum. Tıpkı o günlerdeki gibi duygulanıp heyecanlandım. Ardından da yerinde durmaktan sıkılmış, uçmak için sabırsızlandığı dimdik kulaklarından ve gözlerinden okunan simsiyah yaratığı anımsadım. Güneşte tüyleri pırıl pırıl parlayan o heybetli atı. Ne kadar da ustaca yapılmıştı. Gerçeğinden ayırt edilemeyecek kadar güzeldi. Atın üstünde ise saçları alabros kesilmiş, askılı kısa pantolonlu, bir elinde kılıcı, diğerinde sıkıca tuttuğu dizginler, omzunda çapraz asılmış silahı ve yerinde duramayan atıyla kanatlanmaya hazır bir erkek çocuğu oturuyordu. Onu öylesine kıskanıyordum ki, utanmasam indirip, yerine kendim oturacağım. Bir an göz göze geliyoruz. İşte tam sırası. Çocuğun suratının ortasına en ağdalısından bir bakış fırlatıyorum. Aldırış bile etmiyor çocuk, kumralca gülümsüyor. Masum gülüşten utanmış olmalıyım ki, hafiften kızardığımı hissediyorum. Fakat o da ne? Yüzüne daha dikkatlice baktığımda kıskançlıkla şaşkınlık yer değiştiriyor sanki. Atın üstündeki çocuğu birisine benzetiyorum, ama kime? Evet evet. Daha önce bir yerlerde görmüş gibiyim, ama nerede, ne zaman, yoksa çok mu eskilerde! Birden soru kancaları, karıncaları beynime üşüşüveriyor. Hay Allah, ne kadar zorlasam da belleğim bana ihanet ediyor. Bir türlü anımsayamıyorum. Yoksa bir yanılsama mı bu? Çıldırmak işten değil. Ama olmuyor işte, kafamın allak bullaklığı da bir işe yaramıyor. Görüntüyü netleştirmeyi beceremiyorum. Çocuğa baktığımda, bir an aynada kendimi görür gibi oluyorum. Çok geçmeden de yeniden başa dönüyorum; ben atlıya, atlı bana yabancılaşıveriyor. Sahi, şu hafiften sararmış fotoğrafa bir de siz göz atsanız? Belki bir yerlerden anımsar, beni de şu kahrolası meraktan kurtarabilirsiniz.

#


Mutluluk Üçgeni

Sizin başınıza da böyle şeyler gelir mi? Nerede, ne zaman tanıştığınızı bir türlü çıkartamadığınız birileri, ansızın karşınıza çıkıp zaman zaman sizi de zorda bırakıverir mi? İki anahtarlı anı kasasını tek yürekte gizlediğiniz birileri, alır sizi çok uzaklara, çocukluğunuza, ananıza, babanıza, bayram yerlerine, atlı karıncalara, hatta siyah renkli bir ata götürür mü? Aynı havayı soluduğunuz, bir çok güzellikleri paylaştığınız birileri sizi geçmişe bağlayan, rutubet kokulu yaşanmışlıklara buyur eder mi? Sis ardına gizlenip, bir görünüp bir kaybolmaktan büyük zevk alan birilerini, o göbek bağlarını yitirmemek için elinizden geleni yaptığınız olur mu? Nerede mi? Albümlerde tabii. Hani şu, kapakları lime lime olmuş, bazı sayfaları kopmuş, nedeni ne olursa olsun sökülen kartların izleri kalmış anılar galerisinde. Sararıp solan renklerine inat yaşama direnen, durdurulmuş, dondurulmuş, unutul(a)mayan, yarım kalmış an'lar labirentinde. Yıpranmış sayfalar arasında, nerede ne zaman tanıştığınızı anımsayamadığınız birileri ansızın karşınıza çıkıp, hınzırca size de "nanik" yapar mı?

15.temmuz.1999

--başa dön--


Sahi, elimize biraz para geçti miydi, birkaç arkadaş toplaşır, arada bir sinemaya da giderdik. Birinci mevki biletlerden arta kalan parayla birer de buz gibi "Çağlar Gazozu" çektik miydi değmeyin keyfimize...
#

Üç Film Birden

En kısa tatillerde bile Eskişehir'e gitmeye can atardım. Her şeyden önce doğduğum, sokaklarında türlü oyunlar oynadığım, ilk okula başladığım, yaşamı algılamaya çabaladığım çocukluk yıllarımın hayal kentiydi Eskişehir. Hala da benim için apayrı bir yeri vardır. Son zamanlarda çok sık görüşemesek de her kavuşma öncesi, onu bilmem ama beni öylesine bir heyecan sarar ki sormayın. Küllenen eski bir aşk tekrar alevleniyormuş gibi gelir bana. Tadına doyulmaz birkaç günlük birlikteliğimiz hep sürsün, hiç bitmesin isterim. Ama saatler burada da acımasız roldedir. Dilediği gibi oynar. Size de çaresiz ona boyun eğmek düşer.

Rol dedim de aklıma geldi. Hoş, demesem de anımsardım ya, sinema tutkusu, çocukluğumun Eskişehir'i ile öylesine özdeşleşmiştir ki anlatamam. Terminalde, çoktan tedavülden kalkmış olan burunlu otobüsten iner inmez soluğu, sinema afişlerinin topluca bulunduğu Köprübaşı'nda alırdım. Önce o gizemli dünyaları hızla tarar, gözümü kırpmak bir yana nefes dahi alamazdım. Ardından gelsin ayrıntılı incelemeler. Ayrıntılı inceleme dediğime bakmayın siz. Benim için o yıllardaki en önemli ayrıntı, hangisinde daha çok film oynuyor, kısacık tatilime kaç film sığdırabilirim, aklım göremediklerimde kalmadan yaşadığımız kente dönmeyi nasıl becerebilirimden öteye uzanmazdı. Çok film görebilme uğruna birincinin tahta koltuklarına bile razı olur, başım berber koltuğunda sakal tıraşı olurcasına arkaya kaykılmış bir biçimde saatlerce oturabilirdim. Yeter ki salonunun içinde olabileyim, içerdeki karanlık dünyayı soluyabileyim.

Tabii bizim de hayranlık duyduğumuz, her hareketini kopyalamaya çalıştığımız, aşkımızı söylemek için fırsat kolladığımız, geceleri düşlerimize süzülüveren bazı oyuncularımız vardı elbet. Onlar varken yönetmenlere bakmak kimin aklına gelirdi ki? Başta, tornadan çıkma yüzüne asla başkasının yumruğu değmeyen Ayhan Işık abimiz olmak üzere, benim gibi tüy sıklet Eşref Kolçak, filmlerin vazgeçilmez baharatı Ahmet Tarık Tekçe, kaybettikten sonra gerçek değerini anladığımız Suphi Kaner, her yeni yetmenin rüyası Belgin Doruk, erkeklere taş çıkartan Sezer Sezin ve daha kimler, kimler. Yabancılardan da delikli para imalatçısı John Wayne, gariban yerlilerin beyaz renkli dostu Tarzan, Dean Martin- Jerry Lewis ikilisi, gülümseyen dazlak Yull Brayner, gerçek menekşeleri bile kıskandıran Liz Taylor, sarışın melek Kim Novak ilk aklıma geliverenlerden. Hay allah... Az kalsın "'Ve Allah Kadını Yarattı'' B.B yi unutuyordum. O zamanlar erkekleri baştan çıkarmakla meşgul olduğu için hayvanların sorunlarıyla ilgilenecek pek zaman bulamıyordu sanırım. Tekrar tekrar gördüğümüz halde bıkmadığımız, bazı yerlerini adeta ezberlediğimiz, birlikte ağlayıp birlikte güldüğümüz filmlerden, artizlerden oluşan düşler dünyası, sinema.

Önceleri basmakalıp seçimlerle zaman öldürdüğümüz sinema tutkusu, yıllar geçtikçe daha bilinçli seçimlere dönüştü elbette. Ödüller almış mı, kameranın arkasındaki göz kimin, senaryoyu kim yazmış, müzik kime ait, en önemlisi yönetmeni kim, hakkındaki eleştiriler olumlu mu?.. türünden yaptığımız ön hazırlıklarla film seyreder olduk.

Duygu seline kapılarak film seyrettiğimiz dönemde de beni fazlasıyla etkileyen, alıp başka dünyalara götüren birçok film, bir çok oyuncu olmuştu tabii ki. Ama bunların çoğu, hatta hemen hepsi zamanla silinmiş, sadece hoşça zaman geçirten bulanık birer anıdan öteye geçememişlerdir. Yalnızca birilerini bu yargının dışında tuttuğumu itiraf etmeliyim; Sevgili dostlarım Kızıderilileri.

Onlar, başta kovboy fimleri olmak üzere birçok Amerikan filminin değişmez kötü adamları, acımasız birer vahşileriydiler. Masum(!) beyazlara sürekli saldırır, mallarını çalar, ilkel bir şekilde oklayarak öldürdükleri yetmiyormuş gibi, kurbanlarının kafa derilerini bir güzel yüzerler, saçlarını da anı olarak yanlarında götürürlerdi. Ardından da hala kulaklarımdan gitmeyen vahşi zafer çığlıklarıyla bizi koltuklarımıza adeta mıhlardılar. O korku dolu sahneler geçinceye kadar nefesimizi tutar, dört gözle kurtarıcılarımızın gelmesini beklerdik. Çok geçmeden önlerinde temiz giyimli, parlak üniformalı komutanlar, arkalarında çakı gibi süvariler, boru takımının coşturucu nağmeleri eşliğinde saldırıya geçer, birkaç okla yaralanmanın ötesinde fazlaca kayıp vermezler, yönetmen ve senaristin oy birliğiyle zaferin mutlak galibi ilan ediliverirlerdi. Filmin bitimine yakın, çıkış kapılarının üstündeki kırmızı renkli "çıkılır"ın yanışıyla birlikte, yıllanmış sigara, ter kokuları birbirine karışmış salondaki alkışı, ıslıklarla notalanmış coşkuyu görmeliydiniz. Sanki o an bütün salon ulusal bir zaferi kutlama yarışına girişirdi. Bense, ikilem içinde bocalar, koltuğuma yapışır kalır, bir türlü kalkmak bilmezdim. Bir yanda zafer, öte yanda ölüm. İçimde bir buruk isyan duygusu filizlenirdi nedense? Harika müzikler eşliğinde, herkese yetecek kadar geniş, kartpostal güzelliğindeki toprakların, uçsuz bucaksız yeşilliklerin, pırıl pırıl derelerin bir anda kırmızıya boyanmasını içime sindiremezdim. Bir yandan dolduruşa gelip yarım yamalak alkışlarken bir yandan da hikayeyi, özellikle de son kısmını oracıkta tekrar yazmaya koyulurdum.


Geronimo 1829-1910

Sonraları anladım ki, bunların hepsi birer yutturmacaymış. Baksanıza, yıllar boyu vahşi diye tanıtılan bu bilge insanlar, doğa, çevre, dostluk, yurt, sevgi üzerine söyledikleriyle biz uygar(!) beyaz adamlara bugün bile ders veriyorlar. Hırsız, cani, vahşi rolünü oynamaya zorlanan o güzelim insanlar meğerse cennet toprakların gerçek sahipleriymiş. Malı, canı, namusu, vatanı, geçmişi elinden alınan asıl onlarmış.

Kızılderililerin tanrı diye tapmaya değer buldukları soluk benizli, kara yürekli cellatlar bütün bu yaptıklarıyla, bizim çocuk dünyamızı da acımasızca kirlettiler. Yaptıkları tüm çirkin eylemlere bizi de ortak ettiler.

Geç de olsa bütün alkışlarımı, saf, temiz duygularımı eksiksiz geri istiyorum onlardan, renkli dünyamın karton kahramanlarından. Hepsini, ama hepsini geri istiyorum. Size gelince sevgili kızılderili dostlarım; gerçek anlamda Gerenimo ile tanıdım sizleri. Öylesine bir utanç anıydı ki o, ter içinde kalmış, yüzümün kızarıklığını karanlıktan bile gizleyememiştim.

Gerenimo'yla tanıştıktan sonra anladım ki, birçok çocuk gibi ben de size büyük haksızlık etmişim. Biraz geç kalmış da olsam, Iowa'lı Büyük Kartal'dan, Sioux'lu Kızıl Bulut'tan, Benekli Kuyruk'tan, Comanche'li On Ayı' dan, Oturan Boğa'dan, Küçük Dev Adam'dan, Ponca'lı Dinelen Ayı'dan, Gerenimo'dan, daha adını sayamadığım gerçek kahramanlardan yani sizden, hepinizden içtenlikle özür diliyorum. Engin hoşgörünüz kimleri affetmedi ki... Eminim beni de affedersiniz. Aksi halde, bir daha Eskişehir'e kesinlikle gidemem, düşlerimde bile olsa çocukluğuma dönemem, çok sevdiğim sinemalar ise benim için karanlık birer işkence kutusuna dönüşür kalır.

Haa, saçlarıma ne mi oldu? Yok canım, o kadar da korktuğuma değmedi. Koltuğuma iyiden iyiye büzülüp, sıranın bana geleceği anı boşuna bekleyip durmuşum. Kafa derimi siz yüzemediniz sevgili Kızılderili dostlarım, saçlarımı da siz götür(e)mediniz. Birlikteliğimizden pek hoşnut kalmamış olacaklar ki kendiliğinden çekip gittiler. Arkalarından boynu bükük öylece bakakaldım, Üstelik, gıkım bile çıkmadı...

7. ekim. 1998

--başa dön--


"Ayrılık Yarı Ölmekmiş"

Hasan Amca, fırın, okul, bayram yeri derken doğrusu bir hayli yoruldum. Kafamın içi ise yorgunluktan da öte, allak bullak. Daha ilerilere gidecek gücüm kalmadı. Yoksa anımsanacak nice olaylar, nice yaşanmışlıklar, nice tanıdık yüzler sabırsızca yolumu gözlüyor, biliyorum. Ama dönmeliyim artık. Hem de kimseciklere görünmeden, bir an önce buralardan uzaklaşmalıyım. Demin önlerinden bir suçlu, bir anı hırsızı gibi çekinerek geçtiğim o evlerde yaşayanlardan hala beni tanıyanlar çıkabilir, birileri tüllerin ardından gülümseyip, sessizce el sallayabilir. "Kesinlikle bakmamalıyım" diyorum içimden. "Göz ucuyla süzsem de görmezlikten gelmeliyim." Birine yakalanırsam, asla kopamam diye korkuyorum. Onlardan, anılardan bir daha asla ayrılamayacağımı çok iyi biliyorum. Bu ürküntünün de kışkırtmasıyla, her adımla birlikte daha da hızlandığımı hissediyorum. Kalp vuruşlarımın adımlarımdan farkı yok. Güm, güm, güm ardımdan koşturuyor. İçimdeki sarkaç geçmişle bugün arasında bir oyana bir bu yana gidip geliyor. Sonunda sokağın başında buluyorum kendimi. Başladığım noktadayım yine. Ama demin ki ben olmadığım kesin. Aradan kaç dakika, kaç saat, kaç gün, kaç mevsim, hatta kaç yıl geçti? Bilemiyorum. Kaç yağmura, kaç fırtınaya, kaç doluya tutuldum? Bilemiyorum. Kaç kez ayazdan donayazdım, kaç kez güneş iliklerime kadar ısıttı? Bilemiyorum. Gördüklerim, düşündüklerim düş müydü, yoksa gerçeklerim, dünlerim, düşlerim, anılarım birbirine mi karışmıştı? Bilemiyorum.

Şimdi, gözlerden uzak, kendi halinde yaşayıp giden bir çay ocağında ya da sessiz bir kır kahvesinde olmak vardı. Bu yorgunluk, bu bungunluk ancak oralarda yudumlanacak demli birkaç bardak çayla yumuşatılabilir.

Son bir güçle sakinleşmeye, düşüncelerimi yerli yerine oturtmaya çalışıyorum. Biraz kendime geldiğimde, devinimlerimin yeniden ibadete hazırlandığını hissediyorum. Kutsal bir ayin öncesini yaşıyor gibiyim. Başım hafiften eğik, omuzlarım çökük, bir tek ellerim ne yapacağına bir türlü karar veremez halde. Bir önde, bir yanda, bir kucaklar gibi alabildiğine açılmış...

Ayrılmak zor olsa da, "Sokağımla vedalaşma zamanı geldi" diyorum içimden. Daha fazla uzatmanın ikimizi de fazlasıyla yıpratacağını, yaralayacağını, açmaza sürükleyeceğini kestirebiliyorum. Eski yaraların kabuklarının yerinden oynadığını duyumsuyorum. Ilık bir akışkan usul usul tenimi ıslatıyor. Bu arada dudaklarımın arasından dökülmekte olan sözcüklere engel olmaya yetecek gücü kendimde bulamıyorum. Çevremden geçenler bir yana mırıldandıklarımı kendim bile zor duyabiliyorum. "Sevgili dostum Pehlivanlar Sokağı. Dünyaya gözlerini sende aralamış, anneyi, babayı, yuvayı, yürümeyi, sevgiyi, sokakları, bu sokağın insanlarını, arkadaşlığı sende bulmuş, istemese de erkekliğe ilk adımı sende atmış, abece ile sende tanışmış, güvercinlerin acısını, pancarların, ayvaların, kestanelerin kokusunu, gazyağı utancını, helva yalanını bir türlü unutamamış bir bacaksızın, yıllar sonra seni ziyarete geleceği, gelmesi bir yana yazılarında uzun uzun seni anlatacağı aklının ucundan geçer miydi? Geçmezdi tabii. Doğusunu istersen onun da geçmezdi.

İtiraf etmeliyim ki; aradan bunca zaman geçse de seni hiç unutamadım. Yıllar sonra tekrar karşılaştığımızda tanımakta zorlanacağımı sanmıştım. Gerçi, ne bakkal Hasan Amcanın dükkanı kalmış, ne kahve, ne de fırın. Bu arada acımasız zaman, benden birçok şeyi alıp götürdüğü, götürdüklerinin yerine de bir takım izler, çizgiler bıraktığı halde seni yıpratmayı bir türlü becerememiş. Hatta eski evlerinden bazıları yıkılıp yerine çok katlıları yapılsa da, kendi halindeliğin, dünyayı umursamazlığın hiç değişmemiş. Sahi, sende değişmeyen iki şey daha gözüme çarptı. Birisi okulum, diğeri ise girişte adını taşıyan eski levhan. Fırsat buldukça gene gelirim. Söz. Sen de n'olur, ben yokken anılarıma, yaşanmışlıklarıma, emanetlerime göz kulak olacağına, onları yalnız ve mahzun bırakmayacağına söz ver. Görürsen(!) Hasan Amcaya, Quadsimodo Dayıya, Bacak Osman Dedeye, güvercinlerime, Kör Memet Ağbiye, Ali Enişteye, halama, ablama, Dönme Ayşe Teyzeye, akasyalarıma, Amcama, incecik sesli yengeme, Koreli Salih Ağbiye, bayram yerindeki yağız atıma benden selam söyle. Onları hiç unutmadığımı, unutamadığımı eklemeyi de unutma sakın. Şimdilik hoşça kal "Pehlivanlar Sokağı", hoşça kal benim sevgili dostum...

20. mart. 1999
15. nisan 2003

--başa dön--


Fotoğraf: Cahit Kalenderoğlu

Her gecen gün,bir parca daha
Aldı götürdü bizden
Aynı kalmıyordu hiçbir şey
Değişiyordu herşey kendiliğinden

Murathan Mungan